rüzgar tutmayan yelkeni
yükselemeden dolanan ipleriyle
açılamayan kanatları güneşe tutulmuş
bir kuklaydı ecelin elinde
mezarından önce sandaletlerine
taş toprak doldu
duramasaydı ucunda uçurumun
yapışmasalar yakasına
cehennemine yuvarlanacaktı
minibüslerin zor çıktığı taşlı patikadan
babalar gibi Babadağ’ından
sevgilisi düşüşünü görecek
o atlattığı için
atlatamayacak
vicdana yük olacaktı
demir yutmuş kuşlar
korku kırıntıları serpecekti
1900 metrede yüzyıl gibi yüksekten
bırakıyorlardı kendilerini çifter çifter
ama ölüm gelince hep yekti
ki ikinci seferinde havalandı
ölü denize canlı
bakabildi ebabil gözünden
kaçan güneşe doğru
İkarus misali uçarken
aklında sorular, altında carettalar
süzüldü de süzüldü
bir ağırlık göğün bağrında
elbet düşecek, yerini bulacaktı
Brueghel’in ki kadar küçük
köşede bir ayrıntı fırça darbesi
dünyaya ancak ve ancak Naci
en az, herkes kadar, önemsiz
havada adeta bedensiz
yere ayak bastığında
göğe adım attığı ilk andaki korkusu
tersten eşdeğerini buldu
yerde yürümenin yürek burkan ağırlığı
başını göğe kaldırabildiği nispette
göğüs kafesini parçaladı
gönlü göğün tam ortasında
asılı kaldı
Resim: P. Bruegel “The Fall of Icarus”