yalan dilin meyven ellerin
yalan dilin meyven ellerin
yıldız geçitleri karıncalar
ışıklar sırtını kaşındırıyor Naci
yüzü koyun bir çiftlik düşüncesin
melek ayağı köpek sesi
bir açılım istiyorsun ama
çitini kıramayan sen
dünya küçük elini kemiriyor
büyük uzuvlarından başlıyor
yeme bitiremiyorsun sen açsın, aç
maskende küçüldün kaldın
evin mağara ağacı
yeşil çin çin kedilerin aç
giriyor çıkıyorsun mahallelere
kadın suretleri hayaletler gibi dolanıyor
adamlar adam sarıyor bırakıyor
sıkıldıkça şevkin
ağzın sulanıyor aklın bulanıyor
anlamıyorsun yerde yatan sen misin
meyven mi
uyanacak mısın yetişemeden
titremeyecek
kime ait gözlerinle
tohumlarını at
yalan dilin meyven ellerin
görsel: Roberto Ferri
Ya Kulum
Gözlerini deviriyorsun
Ellerini açmışsın
Bir yozlaşmadan bahsediyorsun
Ağında tat yok
Sırtını dönmüşsün
“Makamın bir ağırlığı olur
Başaklarını açmışken almazlar
Eleğinle gitme değirmen dereli derviş”
Diyorsun kendine rüyanda
Yürü ya kulum
Dese baş tanrı tartanlar
İnanmazsın “artık” din dersin
Seni üflüyorlar deliklerinden
Ezgiler dizlerinde
Çıtırdayan namaz sesleri
Yüzünden camiden
Kovulmuşsun
Üç duayı sığdıramamışsın bir kaba
Tecavüzcüye tecavüzcü dediğin
İçin senin ipini yağlıyorlar
Ağacın avuç için
Ahiret konuğu
Beyazların sakaldan seçilmiş
Kazanacağım diye bekliyorsun
Nafile eleğin duvarda
Ekmek oldun hamursuz
Şarap yerine zemzem
Çiğniyorlar seni Naci
Üzerindekileri üzerindekiler
Çalıyor birer birer tarlalarından
Görsel: Corneliu Baba “Pieta”
STATOREC Poems
gönül
üç beş kişi ölümlü diye
gömüldüler yandılar biçildiler diye
biz de ölecek değiliz
hayalimin uçları kırık bak
düşleyemiyorum lehimci baba telin kıvrık
sıcak ağzımın değmediğini yiyemem
aklımın içine bir böcek oturtup kemirten zanaatkar
deli dediğin müdürleri kalem odalarından çıkarıyorlar
bak sen diye şölen gibi karmaşalarda afaki bir heyecan
bir Lut kavmi endişesi var
birkaç kelam etti diye melun bir ruha
hokkabazlık yapmayacağız elbet
hepimizin görünmezliğini para ile
kaldırsak herr ağzı kokana
sanat miskin bir mahlasın ardına saklanır
bize küfreder gidici gidici
ölen ölmüş diye ben ölmem
ben sonsuzun sonuna takıldım
sallanıyorum içimde iftihar eden duygular var
Naci diye bir adamı Naciye’ye sevdiriyor
pazartesi sabahları parkları gezdiriyor
sen dişini fırçaladın mı?
sen yok halini düşündün mü bugün?
gel Naci’ye sür yüzünü
O sana soyulsun olsun sağ sol
Görsel: Bogdan Prystorm
Ruh Duman
koyun kılıklı akşam sabahlık giymiş
yar seni ayağından asmışlar
beni avlıyorlar sözde sahibelerinden gizli
ağızlarında saçma saçma sözcükler
üfürükten ölüm melekleri Naci
ellerinde kırmızı balonlar arzudan
çıkış yeşil kıskançlık
kuşların kanatlarına asılmış
çabuk çabuk kalbim parçalanıyor
çabuk çabuk hep işiniz
nereye götürüyorsunuz beni?
elim ayağıma dolandırıcı
patlayan renkler odamın karanlığı
içimin sonsuz duvarları tüyden
ördek leşi sen uçuşa hazırlığı hatırla
ağzında ruh denen dumanın tadı
görsel: Irvine
Ağrında Ev Düşüyor
Evini sürekli uçurumun köşesine taşıyan sen
Dalgalardan, heyelanlardan şikayet eden sen
Bir rüyadan çıkarken aklını kirleten el alem
Naci, acemice isteklerin kırkında kırılıyor
Olmak olmak demişsin Danimarka kıyısında
Fiyort almışsın zihnine, iki yakan bir değilken
Kuzey’in oğlu kanatlanır sen ah et düştükçe
Sahilde deniz kabuklarını çiğnerken ağzına
Kan revan ihtiraslarına yıkılmamış duvarlarına
Sür ıslanırken dalgalarla sen anca dalga geçerken
Eviriyon çeviriyon çaktırmadan çakılıyorsun
Başını bağlamışsın ağrıdan çıkamıyorsun karşı
Bir pencere kocaman bir ufuk yer dans ediyor
Ayağının altından kayan yıldız anbean sen
Naciye’ye şükret, gümüş köpüklerinde her akşam
Eve gelen düşüne, şükret parça parça bölünmeyen
Kendine has bir takım takıntıların gemilere
Yolculuklara inanıyor, fakat evin tam bir çelik
Yelek ve sen üşüdükçe vuruluyorsun kalbin delik
Deşik eşiğinde doğmamış çocuğun beşiğinde dört
Yöne ayrılmış yerli hikayeleri, kum taneleri
Savruluyor sen düştükçe küçük kuyunda baban el
Yapıyor gel ben ol, vaktin gözünü kapa dilinde
Evinde duruyorsun biblo gibi el gibi ağır mı ağır
Görsel: Wayne Thiebaud
Özür Dilemez Yangın Sevici Yok Tanrılar
sigara parmaklarını yakarken
yakılmayacak şeylerin düşünü kuruyorsun
ki mesela düşlerin, düşlerin
parmaklarını tutup çeken beş peri
beş farklı yok oluş şeklinin etrafında dans ediyor
aşık olmak
aşık olamamak
unutmak
unutamamak
bedenin iradene galip gelmesi
sayamayacak kadar çok tövben oldu
içtikçe yok olan umutların fışkırdığı pınara
ağzını dayaman
oksijen hem ölümdür hem de yaşam
su, su özür dilemez
çok bilmiş bir adamdır hep yalnız kalan
kadın hissettiği kadar büyür
ve üzerlerinde sigara söndüren deli tanrılar
çünkü yoklar
ve ağlamak söndürür yangınları
derimiz kurumadan, nem var kuzum
gel kurban edelim, gel kurban olalım
Görsel: Armand Seguin, “Yapma Cennet” (1895)
hafızamın ıslak kenarları
hüzünlü bakma öyle
yaşamının parçaları ağzında ıslanıyor
açlığının şekli yok çünkü
bir şey desen seni isteyecekler
sussan gönül razı değil, şiirmiş
vişne çürükleri, sevdiğin renkler vücudunda
kelimelere dönüşüyormuş ölmeden, dokunuşlara ahlaksızlar
diyen ilk insanların edep yerleri, incir yaprakları
ve şeftali yok ama nektar var, yakınsın
bilemiyorsun ki doğru mu yakaladın yelkovanı
kendini sunduğun hep birileri var yok arasında
sırtındaki yükü, yüzündeki insanı iki kere koymasalar
çağırmasa aklın seni
kitap koymasan bulutlara kızıl gözlerinle
yakınmayacaksın iki taneyi bir ağaca
iki kuşu bir taşa kurban etmeyeceksin
ellerin kirli diye güzelliğini unutacak değilsin ya
içinde ne varsa taşıyor bize çünkü
en az bir kez sevdin sevildin
görsel: Alexandra Waliszewska
Alev Beline Kadar
bir kişi olabilmek için çok kıyıya vuruyor
dizleri hep yosun ve kaya balığı
ellerinde pullar, dudaklarında tuz gözleri
deniz yıldızı vurduğu kaptanın kalbi iri
bir dişini gemiye bağlamış
yedi yaşında beri çekilsin istiyor
çekilsin uzaklara, en kara dibe, aşk körfezlerine
ölümü o kadar korkutmuş uzuvların içine
ancak beline kadar çekiliyor
ay gelince adet görsün alev alev
kan revan öyle büyük ateşler
aklını başından alınca saklanıyor da
ancak beline kadar, ışısa yeter
sarsa onu deniz anası, Anya’sı, suda kıvılcımlar
dilinde kelimeler, köpükler, kudurdukça
yangına değil de küllere, sövünce belki
oturduğu kayalıklarda gece olur
evi yıkılır yakamozdan yapılır düşleri
yeniden doğar baktığı gökte taşlarda yandıkça
çerçevesi kıpkırmızı, bembeyaz içi
huzur çenesine dayadığı avuç içinde
görsel: Hernan Bas “Deep in the Dark of Texas”
bir şehrin tokadı sessizlik
ahireti sağ tarafına yatırmış uyuyor
odasında körebeler ayetler okuyor
Naci’nin iki yanağından al al
kasıklarında ince sızı rüyalar
bir şehrin tokadı sessizlik
dünyada tek kendi varmış gibi
yolculukları anımsıyor camdan arabalarda
geçip giden kasabalar
yoldan içeride vadilerin derininde
bir tanesinin çekirdeğinde
cıvıl cıvıl bir narenciye bahçesi
şafak ile çıplak ayaklı sevgilisiyle
yürüyeceklermiş turuncu
öyle bomboş sokaklar
tek katlı evlerinden süzülüp
çimenlerin denizinden
portakallar ellerine, mandalinalar
çiğler çiğlere değer diye
azcık ürperip sarılmak için
bahçelere çağırıyormuş dikenleri unutmuş
dikilmiş bir çiçek, bir yılan, bir adam
öyle güzel bir kız olmuş Naci
aldatmamış hiç gözyaşlarını, adamları
üzerinden atlayan kedileri
ahireti sol tarafına batırmış kanıyor şimdi
görsel: Françoise Felice
uluma
kalpleri yerinden dilinin keskin tarafıyla
oynatarak kendine iktidar alanları açmak
aşk dilenen kalemin yumuşak tarafı
gözyaşı mürekkepten berrak
ölü bir şairin kanatlarına dokunmak günah
çok günah eğer taşıyamıyorsa
tanrı yok olduğu an vücuduna sarılmak
af dilenmek zamandan ince
kurdurduğun hayallerin taşlaması
kayadan ağır, tüyden hafif
sıkışmak iki yılan arası
orgazm ülkeleri, aklın nemli köşeleri
cigaralar, aynı hikayede aynı denizci
şehrin kadınlarını yerken beyazdan
ışıltılı gözleri, her yerde su
beyefendi başı önde evinde
aşinalık, bir aidiyet biçime haline gelmiş
dil dolandırıcılığında birinci
üstüne yıkılıyor kuru gölgeler
laf ebesi doğurtmuş ağzı kesilmeden
kristal egosu çocuk gibi
kırılınca en çok kendi delik deşik
acziyet zindanı bekçisi Naci
zevklerin başındaki gri
dudaklar-sözler geri alınmaz ancak unutulur
boğazlarından çek ellerini
insan dediğin hep kendinde boğulur
görsel: Gerard DuBois