Kaybetme Sanatı

aldığı her nefesi hüzne

çevirebilecek bir ciğere sahipken

sigara sadece acılarını perçinlemek

sanatını dumansılaştırmak

yaşadığını duyumsadığı yanık kokusunu

tahayyül edebildiği hüzünlere

dönüştürmek için bir aracı

bir ajandı gizlerini didikleyen

her düşüncesini büyük bir güce

atfetmek kadar da masum bir deliliği

yırtık gömleğine ilikleyen

cadıları dine yakma sanatında

bulanıklaşan kendini buldu

külleri diliyle yokladı 

sigara kokan parmaklarını dokundurduğu

neresi olursa olsun damgalanıyordu

yitmenin hüznüyle görünmez ateş

kibrit kutusunu

ancak dolduruyordu parlayacak

anastas mumsatsana

tersi de düzü de bir bilmece

anası onu dünyada bıraktığından beri

pazarda, diskoda, kafede

alışkındı bırakılmaya, kaybetmeye

bilenmiş onun bunun tarafından

kendi tarafından tefekküründe bile

bırakamadığı sigara, kadın, kötü niyetler

yittirdiği kadın ve iyi niyetler

kapının ardına çömelmiş saklanmış

yeşil bakışlı bir tanrı totemi yüzünde

ne bıraktıysa ve nasıl bırakıldıysa özünde

onu gizlice takip etti

duvarların derisinin altında kıpır kıpır

kalp gibi yeşil atarak zina zehri

duaların hemen arkasında

bir boşluk boğuyordu 

her gecenin kör noktasında

unutabilmenin güzelliğine yoksunsuz

ulaşma sanatı olarak nitelendirse şöyle ki

“Kaybetme sanatında ustalaşmak zor değildir

o kadar çok şey kaybolma isteğinde görünür ki

kayıpları bir felaket değildir”

kendini bile kaybettikten sonra

kimin göçü acı kalırdı içinin çöllerinden

 

Şiir: Elizabeth Bishop, “One Art”

Resim: E. Munch “Separation” 

Kalbi

o kadar çok kalbi vardı ki

unuttuğu kıyıda köşede

hem ışıkta hem leşte

kırılacak yerlerinden

birleştirince

tek bir dev yüreğe

döne döne yükselir derken

çokluğun hiçlik etmesi

birlikte onca zamanın yetmeyip

ansızın ve derinden yitmesi

ellerinde eriyen kar taneleriyken

yürüdü Naci çaresizlikle elelele 

beton benizli şehir tarlalarında

tohum saçan güleç bir çiftçi edasıyla

kalabalıklar arasında

gülümsemesine ket vurmadan

hiçbirinin tutmayacağını bilse de

dağıttıı hüznünü gözleriyle

yağmur kusan topraktı o

yaratıcısının kalbini kırmak pahasına

o kadar çok yaşam sürebilirdi ki!

nadastan kurtarabilse kendini

taş toprak çamur dolu gözleri

demir siluetlerin çeliksi tenlerinde

geri tepti parlak bir içlenmeyle

tanrıyı son kez reddetmiş gibi

sigara ve içki ve duadan kısık sesiyle

zinhar zındık içine kumsaldı

yankılandı kaya kabalığında su

binaların zor tuttuğu cam çığlığı

zincirlerinin metal tınısında

tekil kalabalığına vurdu da vurdu

neden bir insanım ben?

Naciye gülüyor, dudaklarına vuruyordu

“sus be çocuk adam,

her kelime adam olacak değil ya!

hangi söz tutabilmiş hangi insanı?”

topladı demirden yürek tozlarını tenden

Lodosa salıverdi…

Resim: Geoffrey Johnson

İhanet Viskisi

koş dilinin üzerinde

masa sonsuz bir çöl

bir parmak çalınmış

ağaçlar, meyveler, ve düşlerden

bal rengi sıvı

kadehlerde ayrı bir tat

on üç kişi dizilmiş

yan-yana hayat!

elbet bir marangozu var

dünyanın kendi ağacından

yuvarlanan fıçılar

ateş suyuyla

vaftiz edecek billurundan

viski cesareti

rengi sarı aslanın ağzında

kendinden içe-rek-geçmek

ki unutmak ve unutmak

Allah vergisi…

damıtım efenim, damıtım

dünyaya gelişimiz ve içinden

çok az, çok çok az

dilimizde ancak

yavan kalacak

bir tatla kayıp gidişimiz

adımızı verirken yitenlere

kaya gibi Alfred efendi

kahve kaşıklarıyla değil

kadehlerle ölç ömrümüzü

şehrin ameliyat masasında

uyuşturulmuş bir akşamında

melekler çalıyormuş ya

viskimizi bir-ikim anlamadan

son bir öz-iç-çekim

ahhh ahhh!

ve isa dirildi

dostlar meclisinde

esas ihanet

sevememek

kendinden edecek kadar

melek hakkı o

ağzında dolandır ve tükür!

İkarus Naci

rüzgar tutmayan yelkeni

yükselemeden dolanan ipleriyle

açılamayan kanatları güneşe tutulmuş

bir kuklaydı ecelin elinde

mezarından önce sandaletlerine

taş toprak doldu

duramasaydı ucunda uçurumun 

yapışmasalar yakasına

cehennemine yuvarlanacaktı

minibüslerin zor çıktığı taşlı patikadan

babalar gibi Babadağ’ından

sevgilisi düşüşünü görecek

o atlattığı için

atlatamayacak

vicdana yük olacaktı

demir yutmuş kuşlar

korku kırıntıları serpecekti

1900 metrede yüzyıl gibi yüksekten

bırakıyorlardı kendilerini çifter çifter

ama ölüm gelince hep yekti

ki ikinci seferinde havalandı

ölü denize canlı

bakabildi ebabil gözünden

kaçan güneşe doğru

İkarus misali uçarken

aklında sorular, altında carettalar

süzüldü de süzüldü

bir ağırlık göğün bağrında

elbet düşecek, yerini bulacaktı

Brueghel’in ki kadar küçük

köşede bir ayrıntı fırça darbesi

dünyaya ancak ve ancak Naci

en az, herkes kadar, önemsiz

havada adeta bedensiz

yere ayak bastığında

göğe adım attığı ilk andaki korkusu

tersten eşdeğerini buldu

yerde yürümenin yürek burkan ağırlığı

başını göğe kaldırabildiği nispette

göğüs kafesini parçaladı

gönlü göğün tam ortasında

asılı kaldı

 

Resim: P. Bruegel “The Fall of Icarus”

 

 

Yalnız, Lüzumsuz ve Hikayesiz

yalnız, lüzumsuz ve hikayesiz

rüzgarın dağıtmak üzere olduğu

bir bulut duman içinde yüzerken

çıplaktan da çıplak

bir gün döneceği

biçime çare çerçeveleyen

belki yuvarlak belki dikensi

ve azıcık isimsiz bir yere

yakın ve tahrikkar düğümlenirken

üzerine çizilen çizgiler

ve yakınacak hakkı yalnız

kendinde lüzumsuz ve öyküsüz

büzüştüğü kuytuda

derinlik diye diye inleyen

dert deryasına devşirildiğini

düne kadar bilmeden döndü

durdu

döndü durdu

çocuk ölümüydü gözleri

ışığı yuttukça büyüyen

kadın ekseninde yalnız, lüzumsuz

masalsız yakınılmış bir mesafe

kime hizmet ettiği takipsiz

elleriyle altın varaklı defterlere

yükseklere öykündü öyküsüz

öksüz bir övülme

dirilmek

yeni bir isimle Naci-siz

öyle ve sıkı ve dar ki

ölümün dahi sızması haram

ıslaklığından kayıp zevklenen

başka bir insan suretinde

husumet taşırmadan

dürtüleyebileceği tüm varlığı

peşkeş çekmek için çekingen

şu yazıya bak, şu yazgıya bak!

yalnızsın ve hikayesiz

lüzumsuz ve kurgusuz

“ne içindeyim zamanın,

ne de büsbütün dışında;

yekpare, geniş bir anın

parçalanmaz akışında”

küllerini özleyeceğin

aklına gelir miydi hiçin?

yalnız, lüzumsuz ve hikayesiz…

Referans: Ahmet Hamdi Tanpınar “Ne İçindeyim Zamanın”

Resim: KwangHo Shin

error: Content is protected !!