Tüm evrende bu kadar ufak olmanın bedelini düşleriyle ödeyen kendi şahsına münhasır yaratığın sevdiği kişilere öfkelenebilmesi ne kadar da ilginç. Hele de bir çocuk olarak anasının rahminin az üstünde, tutunduğu kayaların kayganlığı hayatta kalma dürtüsüyle, alışkanlıklar ve sanki yüreğinde yıllardır kirpi beslermiş gibi ürpertiler en son kime kırıldığını altın harflerle yazabiliyorken, sevdiğini, sevildiği anı bulmak için mücadele niye? Karanlığı hep üzerinde hisseden, sen ya da ben ya da Naci rüyaların hep bir eksikliğimiz yüzünden bizi üvey evlatlaştırması kadar yabanıl ve yabancıyız. Etrafındakileri düşün, saklan kendinden…
Gerçeklik karşısındaki ağzı kanlı, soğuk kırsal halimiz, bazen yumuşacık yün yumakları gibi şefkat, bazen kış gecelerinde şehvet doluyken insan teninin titreyen geçiciliği ve tekrar edilebilirliğinde, bazen de bu çürüme hissi, çürümenin yeşil kitabıyla, kaleme, boyaya, sese ve yüzeylere, organik dünyadan kurtulabilmişlere muhtaç bir haldir. Şair olarak karar vermek bir başkasını daha çok sevmek mümkün, mümkün ama evrenin yaratılışı içinden taşırcasına durmadan genişlemek, kendini bile bile yok edebilmek… dayan dayanabilirsen, yasınla yaslan sevdiğine, şiire, tanrı kılıklı tanrıya.
Bir şairin çürümesi mürekkep ve ekranda yanıp sönen o işaretçiyle, çil çil dağılıyor evrene, sözcükleri zamana bağlamak istediğin, ağlamak istediğinde çocuklar açıyor gözlerini kuyrukları dişlerinde. Oysa ayakların ve ellerinin minyatür büyüklükleri devasa hislerini ne taşıyor, ne de şekillendirebiliyor toprağın kokusu, suyun tadı ağzımızdan eksik olmadıkça. Dağlarda ölümle altın arayanlar sayfa üzerinde altın varaklar yaratmak isteyenlerden, köşelerde arzı edepsiz şekillerle bir din kitabında yaşamak isteyenlerden farksız. Kaç kişi için altınlaşabilirsin, bir hesap et, yıldızlarla kıyasla hücrelerinle.
Arafta, aralıkta şen şakrak bir senaryonun altında ezilirken bulmak kendini, ne yalanlar, ne dolanlar var, kelimelerden de ayrı korkunç hırslar, sanki Zeus ormanlarımızda her gün kadın arıyor, on beşinde ölüyoruz hep… bir dünya insan yüzleriyle dönüyor, ihtirasları ve çirkeflikleriyle ve suya doğru kim bakarsa yem ediyor. Öyle çok köpekbalığı ve kin okyanusları, küçücük çıkmanın onanmaz nefesi, büyüdükçe dedenin kırışık etlerine çekecek olmanın bilinci… Kimi düşman edebilirsin ki kendinden başka? Nihayetinde gökyüzüne baktığında beliren mumlar ve soğuk pasta, elbet şu anda; biri doğarken ölüyor, biri ölürken doğuyor. Korkma, öfkelenme, sadece gülümse; yürüyor gidiyor ayaksızlar, körler görüyor içimizden…
Görsel:Luke Hillestad, “The Constant”