masanın altında

kurtarmış çocuklar seni düzmece bir ölümden

ağızları açık bırakan bir yaşlılıktan

kurumadan önce çiçekler çimenlerin tazeliği

boğazından tabanlarına kadar büyük bir şölen

kasıklarından dehlizlerine içtimai bir mesele

kimi düşleyip masanın altında çiğnediğin

kendinle eşlerken öykündüğün kudret

yaratıcılığın köhne adetleri kalbinde

saklanan suretler tavanında

ansızın beliren kan diye renkler

sözlerin duvarlarında sırtı pullu

ağıtlar ağzının içinde dişlerinin yerine

adam adam çekip çıkarıyor

sevebildiklerini bildiklerinden

dönüp dolanmadan dudakların düğümlere  

Görsel: Johannes Grützke “Masanın Altında”

öğrenciler

birkaç ışık bıçağı açmış içini

bir an sevinip bir an üzülüyorsun

güneş çocuğun değil yakmadan

deli fırıldak rüzgarını tutamayan Naci

sen koştukça depremler titretiyor ayaklarını

sana doğrulmuş yüzlerce yüzlerce deli

taşıyorsun yükü, nehri

kıssadan hisseye değerini hikayelere

bırakmış pırıl pırıl yeni öğrenciler

birileri olabilmeyi düşlerken

sen geçmişi ve ölümü eşele, tek bir an

tüm gök, taşlardan üstünde nefessiz

ansızın ve sessiz, kedinin diline hasret

o sebeple bunca yazı, bunca kışı

yıkılmadan yarenlikler beyazdan

sıkıştır öp öpeceğini, kes keseceğini

uzaklar sana hep sessizlik

yakan tabancasın sen hep olmadığı yerde mutlu

çünkü mutluluk unutmak kendini

karıştığın rakıda, feyza olmuş yeşil olmuş

dönüp durmak baktıkça yırtılan gözlerde 

Görsel: Daniel Richter

mesafe

gerçek değil mesafe

kelimelerin sorumsuzluğu

hayallerin avucunda yürüyen

tanrının parmakları senin

ayva tüylerini ürperten

karınca cinleri taze ihtimaller

içimizden geçen yazlar

kışlar, dualar, kuşlar

dudaklarla zamanın asıldığı

söğüt dalı eğiliyor

dokunmadık kıyılarımıza

görsel: Hernan Bas “Flamingo Boy”

pis naneli

ellerini çamurdan hikayelerle kirleten sen

kime okursun Hristiyan mahallesindeki

salyangazoz müezzin gibi şiirlerini

Fi Çi Pi yazsana estetik akıllı kral  

sürsünler seni göğüs uçlarına

iki anlamı bir imgeye sokmaya çalışan sen

zamanın ceylan derisinden davulunu

delip geçerim derken sarhoşsun

en fazla on kişi anlar kelimelerini

ki onlar da belli senden deli

sorarım ıstırapların çelik bellerine

vurdukça, o kırmızı için, yanan Naci

nerde hani oku üfle yangın çıkalı

neyin ardına saklanıyorsun iki de bir

geleneklerin çakalı çarşafları leş kokmuş

ensest çocuklar doğurmuş aklın zilleri

çalarken gülüşlerini düşlerin, düşkünlerin

çok hisleri olur bizim gibi değil

özgür veletlerdir bulutlardan masum

ufacık yüreklerle kocaman yaratılışlar

açılır, parıldar, genişler nefesin tıkırtısı

sen alıp verdikçe, kira var, vergisi var

Allah değil, bir insana kireç ol dediler

ağaçların apış aralarına

öyle kurumuş aklın, kehribar olsan

asılmazsın ağza, kim okur seni pis naneli

kimi zaman taş

sana söylediğim ne varsa

elbet biriyle gömülüyor kuş tüyleri

her gönlü gıdıklayan tutuşlarım

yalancı bir zafer seni gördüğüm

uçsuz bucaksız yükseklikte

karanlıkların bilmediği derinlikte

niyetleri okumak, bir plan, bir aydınlık

yol dahilinde titremeden yürümek

uzunca düş kurmak mümkün değil çünkü

herkesin farklı köşelerinde beliriyorum

bazen koskoca yuvarlak, ıslak

bazen dikenler, iğneler, çizgiler

bazıları nefret ediyor, bazıları seviyor

ve ürpertilerden bir yaratık

olduğumu bilemeyecek kadar yalnız

çünkü insan

geri döndüğüm her sefer düşünde beliriyorum

çünkü düş aralarında saklanmak kolay

vücudun bütünlüğe, adlara ihtiyacı yok

yüz bir ayrıntıdır hissine bağlı

kimi zaman makas oluyorum, kimi zaman taş

benimle ellerimden 

kimi zaman kağıt senin bırakacağın ize göre

duvaklardan izinle çiçeklerce şekilleniyorum

fark etmek üzere olduğun bazı anlar çıkıyor

birden sevindiğinde, bir yerini kestiğinde

bir ismi unuttuğunda iki kişi yerine 

kalbinle zihninin arasında başaklar dikiyorum

kupkuru denizler kuruyorum fark et diye sırf

zarfından çık sudan korkma, karanlığı bensiz

avuçlama diye, gece dediğin şehrin ciğerlerindeki

nefes, yıldızların tutamadığı, mesafe yok

sevmek için senle ben gerek, ikilik

sahip olmadığımız, içindeki bende kaldı

Görsel: “The lost Symbol” Mira Nedyalkova

köstebeklerin kör uykuları

gölgen ayrılmıyor ayağının dibinden

siyahınla bir olmuşsun tövbe etmeden

köklerini kurutan derinden koyu halkalar

sarmış pişmanlıklarını yere çekildiğin

köstebeklerin kör uykularına ortak

bir kurtarıcı arıyorsun fal taşı gözlerin

kahin akşamı bir bulutu sırtına dayamış

oysa Anya dediğin sadece kadınmış, hicranmış

o da açmış, kapamış, doymuş, bırakmış seni

dimdik dikip suya muhtaç topraklara

siyah mermerden bir abide, bir heykel gibi

kim yarattığını kör eder ki kendine?

Ah Naci durdukça putlaşıyorsun duy artık  

nasıl kuruduğunu, kalınlaştığını, ışığı

yutan zamanı, karanlık sararken-dinle

çağırdığın melekler kadar şeytanları

arkanda sarı gökyüzü ağzı kapanmaz bir çığlık

onun dişleriyse istediğin yırtılmaya hazır ol

tanrı dediğin alamet içinde çınlayan ses

korkma tohumlaşmaktan, dağılmaktan, özgürce

sana şimdi vuran rüzgar bir vakit düştü

hayalince adamları buklelerinde dolaştıran

kadınların gönüllerine günah cübbeleri

kendi kendinin peygamberi Naci üzülme

kurban etme yaratıcı hüznü boş zevklere

sen çekildiğinde gök yine devasa boşluk

Görsel: Anne Magill “Never Let Me Go” 

bulut lekeleri

içinden çıkılmayan bir gökyüzü vermişsin bana

neresinden tutsam parçalanıyor üzerimde

bulut lekeleri hayallerin daimi vakitsizliği

ayın teninde dehlizler damarlarım atarken

mora çalacak neredeyse lacivert yüreğim

serkeş kopan kıyamet çilemden geçip giden

kuşlar peşimde kuyruklu yıldızlar

bir güzelden diğerine  

gece bekçilik ettikçe

aşkın uzanamayacağı hiçbir şey yok

ipekten perdeler gözlerimin önünde buharlaşan 

hicranlar alemi saran sessizlik çiğ gibi

bir kadın bir adam bir kadın bir adam

karanlığın karnına yek vücut

karışıyor feza içimizde belirdikçe

Görsel: Marc Chagall “Paysage Bleu”

yakınlık

yetişemiyorum

hüznünün genişliğine

çıplaklığının karşısında

mavi masanın

üzerinde

yüzün yüzümde

mekanın derinliği

yıldızlarla yok oluyor

ayaklarımızın altında

zaman

ardında

bir portrenin gözleri

kıskanırken

adamım dediğin boşluk

ortasında

iki fincan ıhlamur

yakınlık

sıyırıyor boyutlarımızı

görünmez dudaklar

dudaklara değdikçe

yok çerçevelerimiz

Görsel: Kenne Gregoire “Intimacy”

Şair Çürümesi

Tüm evrende bu kadar ufak olmanın bedelini düşleriyle ödeyen kendi şahsına münhasır yaratığın sevdiği kişilere öfkelenebilmesi ne kadar da ilginç. Hele de bir çocuk olarak anasının rahminin az üstünde, tutunduğu kayaların kayganlığı hayatta kalma dürtüsüyle, alışkanlıklar ve sanki yüreğinde yıllardır kirpi beslermiş gibi ürpertiler en son kime kırıldığını altın harflerle yazabiliyorken, sevdiğini, sevildiği anı bulmak için mücadele niye? Karanlığı hep üzerinde hisseden, sen ya da ben ya da Naci rüyaların hep bir eksikliğimiz yüzünden bizi üvey evlatlaştırması kadar yabanıl ve yabancıyız. Etrafındakileri düşün, saklan kendinden…

Gerçeklik karşısındaki ağzı kanlı, soğuk kırsal halimiz, bazen yumuşacık yün yumakları gibi şefkat, bazen kış gecelerinde şehvet doluyken insan teninin titreyen geçiciliği ve tekrar edilebilirliğinde, bazen de bu çürüme hissi, çürümenin yeşil kitabıyla, kaleme, boyaya, sese ve yüzeylere, organik dünyadan kurtulabilmişlere muhtaç bir haldir. Şair olarak karar vermek bir başkasını daha çok sevmek mümkün, mümkün ama evrenin yaratılışı içinden taşırcasına durmadan genişlemek, kendini bile bile yok edebilmek… dayan dayanabilirsen, yasınla yaslan sevdiğine, şiire, tanrı kılıklı tanrıya.

Bir şairin çürümesi mürekkep ve ekranda yanıp sönen o işaretçiyle, çil çil dağılıyor evrene, sözcükleri zamana bağlamak istediğin, ağlamak istediğinde çocuklar açıyor gözlerini kuyrukları dişlerinde. Oysa ayakların ve ellerinin minyatür büyüklükleri devasa hislerini ne taşıyor, ne de şekillendirebiliyor toprağın kokusu, suyun tadı ağzımızdan eksik olmadıkça. Dağlarda ölümle altın arayanlar sayfa üzerinde altın varaklar yaratmak isteyenlerden, köşelerde arzı edepsiz şekillerle bir din kitabında yaşamak isteyenlerden farksız. Kaç kişi için altınlaşabilirsin, bir hesap et, yıldızlarla kıyasla hücrelerinle.  

Arafta, aralıkta şen şakrak bir senaryonun altında ezilirken bulmak kendini, ne yalanlar, ne dolanlar var, kelimelerden de ayrı korkunç hırslar, sanki Zeus ormanlarımızda her gün kadın arıyor, on beşinde ölüyoruz hep… bir dünya insan yüzleriyle dönüyor, ihtirasları ve çirkeflikleriyle ve suya doğru kim bakarsa yem ediyor. Öyle çok köpekbalığı ve kin okyanusları, küçücük çıkmanın onanmaz nefesi, büyüdükçe dedenin kırışık etlerine çekecek olmanın bilinci… Kimi düşman edebilirsin ki kendinden başka? Nihayetinde gökyüzüne baktığında beliren mumlar ve soğuk pasta, elbet şu anda; biri doğarken ölüyor, biri ölürken doğuyor. Korkma, öfkelenme, sadece gülümse; yürüyor gidiyor ayaksızlar, körler görüyor içimizden…

Görsel:Luke Hillestad, “The Constant”

 

güzelliğin ihbarı

bir güzelliğin ihbarı

senle sevişmek

iki göz

bir oda

dünyayı karartırcasına

kırmızı bordolaştıkça

günahların bekçisine

cevherinden

hayretle genç şeyhin

saklı şiirlerini

çiçek çiçek edercesine

yatak döşek

aşkla kıvranarak

sevişmek senle

yamalar dikmek tövbelerce

açıldıkça falından

kelimeler kıvrımlar

kağıttan naif köşelerine

ayetler sıkıştırırcasına

aydınlığında yanıp sönmek

yıldızları taklit eden

ateş böcekleri

göz bebeklerimiz

masmavi gönüllerimiz

ateş ellerimiz

dizlerimizde

sevişmek gibi

bir güzelliğin ihbarı

seni dudaklarından

çok özlemek 

Görsel: Roberto Ferri 

Köpek Sahibesi

delici yalnızlık dağından

işlenmiş elmas gözlerin

şık düşüyor çil çil

akşamların masmavi ışığı

ağzından boynundan aşk aralığına

ortasında kara leke teknesi

bencil bir kaptan

vurgun yemiş bir denizci

inci dişleri

bitmeyen bir yolculuk

dökülen denizlere balıkların

amuda kalktığı o kuytu köşe

koylar salkım söğütler

sığlıktaki aşk lahitler

Kekova zamanın arka bahçesi

Venedik’te sarhoşlar işiyor

Akdeniz çalkalanıyor

Othello Kıbrıs’ta uyurken

kanallara vuruyor fırtınalar

rüzgarlar çocuk çalıyor

memelerinden gülücükler

mendillerde isimler

batıp çıkan aklımıza kılçıklar

davaların bitmediği doğa

duruşmaları tökezletecek

şahitler var bağrımızda

yıldızların yere değdiği

Halep’te

beklerken

oraklıyı

Şam’da gören

çöl ölü mültecileri dizmiş

boynumuzun ipine

delici yalnızlık öpüşmeleri

ah dilleri olmayanlara

aidiyet al al meyvelensin

bahar ağzında ıslandığında

masmaviydik biz dalgalar

Görsel: Plinio Nomellini “A Capri” (1922)

Limon

yakıcı bir sıcak

yürüyor fitili ensemizde

saat başı

üç beş kişi düşüyor dalından

bir limon gülümsüyor karşımda

aklıma buz sızmış

ısır istiyor

bir düşü belinden tut

kaplan sarmış

o koca güneşe rağmen

ekşitme yüreğini

gözlerinin içine bak ve üşü

öyle kuvvetle bük dünyayı

varlığın inci derisini

göğsünü gere gere

üşü yaratan ve esirgeyen

rabbinin adıyla düşür

Kubilay Han kubbelerini

getir kıyıları, bahçeleri

ayaklarının dibine ser

kendine yaptığını, taptığını

ağzından silme

etine yapışık bu vıcık vıcık

dünya nedir ki yatağında

iki gün görmesen unutacağın

sevdiğinin yüzü

tanrının terli iki yüzü

Görsel: Kent Williams

error: Content is protected !!