Alev Beline Kadar

bir kişi olabilmek için çok kıyıya vuruyor

dizleri hep yosun ve kaya balığı

ellerinde pullar, dudaklarında tuz gözleri

deniz yıldızı vurduğu kaptanın kalbi iri

bir dişini gemiye bağlamış

yedi yaşında beri çekilsin istiyor

çekilsin uzaklara, en kara dibe, aşk körfezlerine 

ölümü o kadar korkutmuş uzuvların içine

ancak beline kadar çekiliyor 

ay gelince adet görsün alev alev

kan revan öyle büyük ateşler

aklını başından alınca saklanıyor da

ancak beline kadar, ışısa yeter

sarsa onu deniz anası, Anya’sı, suda kıvılcımlar

dilinde kelimeler, köpükler, kudurdukça

yangına değil de küllere, sövünce belki

oturduğu kayalıklarda gece olur

evi yıkılır yakamozdan yapılır düşleri  

yeniden doğar baktığı gökte taşlarda yandıkça

çerçevesi kıpkırmızı, bembeyaz içi

huzur çenesine dayadığı avuç içinde  

görsel: Hernan Bas “Deep in the Dark of Texas”

ejderha pulları dükkanı önünde

ejderha pulları dükkanı önünde

dünyanın ismi yok ağzını kızıl açmış

bekliyor rızkını bir canavar ki

dostlar alışverişte görsün

biz miyiz ikimiz yalnız?

adımların altından, henüz çürümeden

kokular yükselirken bir vakti anımsatan

kollarımızda bahçelere düşmüş, sen-ben  

portakal ve kiraz çiçekleri

yılan gibi döne döne 

sarılırken şehrin yirmi bir aşk şiirine

neon lambalar yağmuru tutuyor bize 

kaldırımların taş kalplerini

kırıyoruz çiğnenmeden

gıcırtıları kemiklerimizin çiğ mi çiğ henüz

harfler titrerken, poşetin üstünde

yüz gibi gülümseyen bir şey dalga geçiyor

plastik bedeniyle etimizle

elbet öleceğiz diye şimdi güzeliz

görsel: Holly Warburton

Pepe’ye dua

iftar gelmemiş kadın ölmemiş

ağzımız kokmuyor

ufak canlılar sevdiğimiz

tanrı bellemişken bizi

anam ölmüş onu her düşündüğümde

tanrıyla rakı içiyoruz

ve bir günümüzü geri veriyor

tövbe edeyim diye

yirmi sene nerdeyse dilim kuru

Müslüman ol  bir kez daha diyor eli yok ki

vursun yüzüme

kırkında peygamber

sarılıyorum öpüyorum

kim severse beni çoğalırız diye

kaşıklarla çıkarsınlar beni çeperinden

yatıyorum sol yanıma

kalbin kırmızı izleri can

gökyüzünde bir yüzü arıyorum

işaret etsin sonsuzu uzuvların güzelliğinde

o kadar geniş ki bulamıyorum

seviştikçe boşluk

iğne ucu aklım, karınca duası yüreğim

düşünmek Pepe’nin yokluğunu

istemek mi, öyle düşüm olsa

açmışlar içimi nar nar

yokmuş içim, çokmuş içim

duy diye uyan diye, tırnaklarım

bıçaklar, biliyorum her yanıma

korkunu bileyim diye

kara suratın herkese aynı olsa da bana tek

kimse daha duymadan

Romeo’nun Juliet’i gibi

okudum, dilin kemiği sivri

yaşamak yetmiyor ölmeye

tüm ziyanlara istiare ile yatsam da

bana biri gösterse bu ölümlerin

kalımların manasını

gel seni yaşatayım şiirimde Pepe

ama sen gene de lütfen daha gitme

içim hala kapkara tüylerinle

daha uçacağız karga dillerinde

Görsel: Diane Irvine Armitage

 

 

çiğ çilekleri

o kara kaplı karmaşanı çıkar at

ürperen tüylerini, dikenli tellerini

süt verdiğin hayaletlerini

omuzlarından sıyır, yazın güneş geçer

pençeleriyle kırmızı izler sırtında

gökyüzüne korkunu asar da

bulutları alır gider ya

bıraktığı yerde deniz, kum, çıplak ayakların

çocukken sığdığın ceviz kabukların

şimdi çocukların

kar tutmuş kirpiklerin kalır ya

öyle silkin sessizce

kısıldığın on yılların aynalarından

gümüş denizlerin izzet-i nefsine

ayrıl ağzında çiğ çilekleri

bir tat kalsın ki çileleri ezecek

değdi hem de öyle değdi diyecek

hatıraları, simaları, vücutların en tatlı

kıvrımlarını çiğneyip de çiğneyip tut

başka türlü bir mutluluk için

güneşi karanın ortasında kıpkırmızı 

Görsel: Kazimir Malevich    

 

bir şehrin tokadı sessizlik

ahireti sağ tarafına yatırmış uyuyor

odasında körebeler ayetler okuyor

Naci’nin iki yanağından al al

kasıklarında ince sızı rüyalar

bir şehrin tokadı sessizlik

dünyada tek kendi varmış gibi

yolculukları anımsıyor camdan arabalarda

geçip giden kasabalar

yoldan içeride vadilerin derininde

bir tanesinin çekirdeğinde

cıvıl cıvıl bir narenciye bahçesi

şafak ile çıplak ayaklı sevgilisiyle

yürüyeceklermiş turuncu

öyle bomboş sokaklar

tek katlı evlerinden süzülüp

çimenlerin denizinden

portakallar ellerine, mandalinalar

çiğler çiğlere değer diye

azcık ürperip sarılmak için

bahçelere çağırıyormuş dikenleri unutmuş

dikilmiş bir çiçek, bir yılan, bir adam

öyle güzel bir kız olmuş Naci

aldatmamış hiç gözyaşlarını, adamları

üzerinden atlayan kedileri

ahireti sol tarafına batırmış kanıyor şimdi

görsel: Françoise Felice 

sarı odalar

yokluğun sarı ile ilişkisini düşünüyorum

sarılmadan üzerimden geçerken güneş

bir çocuk vardı, bir adam, bir ihtiyar

saatin görünmez sarkacında bir

bir köşeden diğerine

izleri sessizlik kadar parlak

çizgilerin çerçevesinde duvarlar

içlerinde biçimlerimizden birbirimize geçitler

saklamaya çalıştığımız ile olmaya çalıştığımız insanları

ayırırken cennet bahçesinden 

sarındığın battaniyen, şekerleme yaptığın kanepen

fal bakınca gözlerinde ferden geçilmiyor

dediğin kahverenginden kahve fincanların, sehpan

yaşamak için can attığım gözlerden

kaçan yeşiller pencereden, kapıdan

kitaplar, mektuplar, biblolardan ayrılık

boşluk zihnin ilhamı

iki kapı açılıyor şimdi, sadece iki insan biliyor

duvar kağıdı perdeler dua gibi

zaman kavuşmamak için örülmüş

ancak dokununca görünür kılınan sevdiklerimiz

bizle odalarımızda kayboluyor ışığın parmakları

içimize uzandıkça boylu boyunca

sükuta ayrılmış duvar dibi

görsel: Edward Hopper “Sun in an Empty Room”

Sarı Odalar 

uluma

kalpleri yerinden dilinin keskin tarafıyla

oynatarak kendine iktidar alanları açmak

aşk dilenen kalemin yumuşak tarafı

gözyaşı mürekkepten berrak

ölü bir şairin kanatlarına dokunmak günah

çok günah eğer taşıyamıyorsa

tanrı yok olduğu an vücuduna sarılmak

af dilenmek zamandan ince

kurdurduğun hayallerin taşlaması

kayadan ağır, tüyden hafif

sıkışmak iki yılan arası  

orgazm ülkeleri, aklın nemli köşeleri

cigaralar, aynı hikayede aynı denizci

şehrin kadınlarını yerken beyazdan

ışıltılı gözleri, her yerde su

beyefendi başı önde evinde

aşinalık, bir aidiyet biçime haline gelmiş

dil dolandırıcılığında birinci 

üstüne yıkılıyor kuru gölgeler

laf ebesi doğurtmuş ağzı kesilmeden

kristal egosu çocuk gibi

kırılınca en çok kendi delik deşik

acziyet zindanı bekçisi Naci

zevklerin başındaki gri

dudaklar-sözler geri alınmaz ancak unutulur

boğazlarından çek ellerini

insan dediğin hep kendinde boğulur

görsel: Gerard DuBois

ağalar çıkıyorlar

ağalar sevinin çıkıyorlar

açın koyunlarınızı

kurtlarınızı

sıvazlayın apış aralarınızı

onların sopaları sizin

yağlı direkleriniz

gece bastırdığınız dilekleriniz

ağalar sevinin çıkıyorlar

erisin yağlarınız

çemberlerinizi daraltın

saklamayın çocuklarınızı

karşılasınlar çiçeklerle

ahirette çelenkler çıplak

kutlamalar dikenlerden ateşlerden

delinmiş bedenlerden iradelerden

dişlerinizi göremiyoruz

kokan ağzınızı

bacaklarınızı açın geçsinler

ağalar çıkıyorlar

şeytana söyleyin gelsin

kaldırsın karınlarınızı

ölü kıvrımlarınızı, bıyıklarınızı

gelin alayları

oyuncak arabalarda atlarda

gelin hep beraber kutlayalım

görsel: Horacio Quiroz “Şeytan”

kız çocuğu tutmuş karga

kanatların açılmaz oldu

duvarlarında

gökyüzü tersyüz

içine çizdiğinden beri kırmızı

kız çocuğu çizgini

sınırların kırılganlığından

yoksun

aralanan dünyan aşk

aşk korkutmuşlar seni

kargaların cevizleri kırılmış

yaya geçitlerinde gölgelerce

ağaçların yaprakları

adımlar dudaklar

kışları doğurmuş

kışlar baharları

baharlar yaşadığın kuşları

****

görsel: Audrey Niffenegger, book “Raven Girl” cover

avcı siyasetinde şehvet bataklığı hayırlı

dini-bütün halinden

parça parça eksilirken

imanını alıp kaçan karıncaların sosyalizmine

birikirken ifade ifade üstüne

ekmek kırıntıları serpmek yerine

kandilleri dirseklerine kadar yakıp

fener alayları, röpteşambır, altın ziynetler

teşhirciliği yapan bu ulusun tanrıya

seslenişini kendi ahşap göğüs kafesi camiinde

tahta kurularına bırakmamak için

için derslerinin kabuklarını

sevişmek istediği dünyalara yara bandı

ahiret inancı ve sırf estetiğe dayalı bir değer

yargısına irdelemek için ihtiyarların

kıvrımlarına yasaklar spiralinde hüzünler

sarıyor memleket saklıyor

nadide nadide Naci

bebeklerin aklı yerinde değil

ellerinde akordeonlar

giyotinler birer melek ışığı

atalarını atlarına binmiş kamçılıyor

şehvet dizlerinde bükülüp bükülüp açılıyor

kuzuların içinden geçip postlarını delen

kurtları aklında avlıyor kocaman

tüfeği elinde bir o yana bir bu yana dua

sırtında kadırgalar boğaza, yüreğine aidiyet

indir indirebilirsen rüzgar senin zilinden

düşüp kilise çanlarına öfkeyle vururken

anlamayı beklemesen ölmeyi beklemediğin kadar?

görsel: Sanya Kantarovsky “On Them”

Zehir mi Panzehir?

Hem zehir hem de panzehir, hayal gücünün kuvvetli kollarından kurtuluyorum, güç bela, nefes alıyorum, gerçek ve sert ve sonra, hem de hemen sonra özlüyorum o kavrayışı sıcaklığı, beni ileriye doğru itişini. Küçükken beni yürütmek için sırtımdan hafifçe iten annemin eli…  

Şimdi orta yaşlı denecek yaştayım, kırka sırtımı dayamış, bekliyorum. Daha gençken hayallerin neredeyse sonu yoktu. İçinde bulunduğum zamanın kabuğunu kırar, istediğim vakte, istediğim mutluluk sahnesine, kurduğum insan şeklinde giderdim. Düşlediklerimi söylerlerdi diğerleri, düşlediklerim olurdu. Hepsi olacaktı. Tekten çoğalırdım. Aslında yaptığımın tam tersiydi yaşam şimdi anlıyorum.

Vakitle, elendi çoğu. Olmadıkça çoğu, gerçekleşmedikçe, kendi kendini de ısırmaya başladı hayal gücü. Doğa’nın, inanıyorsanız tanrının yolu bu. Tüm çoğunluk, tüm bu ziyan. Yıldızlardan, spermlere, her bir farklı kar tanesinden, her bir çiçeğe, çılgınca çoğalan hücrelere ve kelimelere biçilen değersizlik. Onca akıp gidenden tek tük akılda, tende, gönülde kalan… Hepsini düşleyebilip sadece birkaçına ulaşmak. Ölüm gibi bazılarını sadece düşleyip yaşadıkça yaşayamamak. Sonra dönüp kendini yemek.

Gözle görülmeyecek kadar küçücük şeyler, benim içime girip beni öldüreceklermiş. Nefes alamayacak, boğulacak gibi olacakmışım. Gerçek mi şimdi bunlar ben hayal edemedikçe? Ben hiç boğulmadım ki…

Lakin boğulur gibi olurken, gözlerimi kapıyor ve düşlüyorum tüm sevdiklerimi, vakitleri ve birbirine açılan şiirleri, karakterleri, hikayeleri, benim gibi kendileriyle hem boğuşup hem de sevişenleri. Kurdukça hayal dünyalarımı, gerçekler de daha bir gerçek sanki. Şiirdeki kırmızı daha bir kırmızı, şarabım daha bir şarap, duam daha bir öpücük kıvamında.

John Keats gerçek güzelliktir, güzellik de gerçek der bir şiirinde; bence gerçek hayal gücüdür, hayal gücü de gerçek. Düşleyebildiğim kadar var ve yokum. Sevdiğim ya da bir tanrı ya da karnı acıkan kedim, beni düşledikçe ben daha çok varım. Dünyanın içine, kalbine girip onu yok edecek kadar kendimden habersiz.

Yalnızlığı yaratan da kıran da o. Korkumu yaratan da dağıtan da o. Tanrı da bir hayal belki…  

Görsel: Deniz Sarazhin “Ağırlıksız” 

 

 

Gelincikler

kıpkırmızı bulutların, gelincik tarlalarının

yokluğuyum

aklımda yürürken göğe

yansıyan kızıl mı kızıl alınyazım

babam lacivert ceketli, ben lacivert ceketli

korkuyoruz ayrı ayrı

görünmez düşmanların ısırıkları

içimde sulu karpuz dilimleri 

karışıyoruz keyifle ürperilen

serin yaz akşamlarına düşümde

üşüdükçe öpücük yaralarına

sevdiğimin ılık nefesi

çilekler, nar taneleri, yakut gözyaşları

sakallarımdan damlayan şarap kırmızı

dumanı tüten bir ev sıcacık

uzaklar da uzaklar içimde 

kıpkırmızı bulutların, gelincik tarlalarının yokluğu

görsel: Holly Warburton “Poppies”

error: Content is protected !!