Buz Mağarası

çok soğuk ve karanlık masmavi oysa gökyüzü

bir hayaletin kuşbakışı fotoğrafına yaslanmış

Naci nefesin sıcaklığına duacı dudaklardan

yaratılmanın affedilecek taraflarını ayıplıyor

*

incecik dilimleri açılamadan çiçekler buzullara

benziyor zamanın kara kuyusu göz bebeklerine

insan maddeden can buluyor hayal ettiğini hep

detaylar kıvrımlar perdeler dönülmezin iktidarı

**

dapdar bir kimlik Naci geçirmiş üzerine üşüyor

baktıkça içinin karakoluna döne döne düşüyor

dondurucu bir huzur unutmanın çağrısı aynaya

alemin polisi çevirsin fikirlerde ateşi buza

***

Görsel: Georgia O’Keefe “Ice Cave”

Balık Sırtı/Isırdı Oğlan Yüreğin

yağmuru çalmaya yeltenen

yelkenlerden ellerin evlerden

evvellerden kalma pembe dillerin

saydamlıkla ilgili çekincelerin

hiçlikten parça koparıyor içimden

balık sırtı oğlan yüreğin

ıslandıkça köşede bıraktığın neşelerin

güneşin eksikliği seni ürkütünce

soba, yangın kalp, radyatör, adam

kanlı canlı kadın, bir organik yapıya aç

metal pullarının damlaları öteleyeceğini

bile bile dışarıya bu kadar bağımlı

korkularını yutkunuyor susamadan

balık ısırdı oğlan yüreğin

***

oysa hiçbir şeye ihtiyacın yok Naciye

ansızın gözlerini alev açmış

sudan başını çoktan çıkarmış nefesle

kendini bulduğun bedenin

eziyetin çoğu su sadece su herkes su

balık sırtı oğlan yüreğin

bulantılar, seller, taşkınlar su

gök soygunculuğuna meylin ondan

bulutları sağmak için ufak 

mutlak bir açlık için yüreğin çok ufak

yağmurun bile ellerin su

balık ısırdı oğlan yüreğin

denizleri üzerine sarmanın meddücezirlerin

sarılıp sarılıp bırakmaların sonu yok

düşeceğin denizlerin diplerin

***

görsel:Andrew Blucha

pasta gece

büyük bir yıldızı olsun isterken

tozlarına hapşıran biri Naci

civciv yürekleri toplayan

perileri ormandan kaçıran yamyamlar

sırtlanlar onu ısırmıyor

kocaman bir leke şehrin

kirlenen çamaşırında

şeriat getiren kara kediler

turuncu kabaklar başında

beyaz çarşaflar hortlaklar

debeleniyor gecenin örtüsü

altında karesiz ve buruşmuş da düşünceli

olunca görünmüyor gittikçe

marketlerin boş koltuk aralarında

karıncaların sırtındaki onca yüke rağmen

tek bir yolda ilerlemelerini

insanlara yüklüyor

mum ışıkları doğum günlerinden

paketlerini taşıyor pastacıların

çilekler sürüyor üzerlerine

kremalar içinde köpüklü ağzı

gözlerini kaçıranları kaçırıyor

öyle bir kara kuyusu var bir

değirmenin buğday teninde

tıkıştırdığı pamuk kadar yumuşacık

evleri kadar evlenmek isteyenleri

fiziksellikten sıyıracak şahane

avluların duvarları elleri

turuncu ruju

öyleyse tut dalından indir

kediyi mavi elbiseli geceyi

Naciye ol kadın kıyafetleri

sözlerin parmak araları küflenirken

gel bizi oynamadan biri

karanlıklar karınlıklar olalım

görsel:Hernan Bas

bir serçeyi sevdin diye vurmadılardı seni

zarif bir adamdın

ifadeleri düşünerek kelimelerini seçer

gerekirse kendini yerinden ederdin de

kırmazdın, kırmızı yüzünden

kimseyi, kimse yaşardın

bir serçeyi

sevdin diye vurmadılardı seni

kedileri öldürtmedin

kadın odalarında yarı çıplak

dürtmedin niye

tül perdeler altında bin yatağın üzerinde

haydi gel ölene kadar diye

hassasiyetine has bir estetik kaygıyla

dalgalanıp dururken

zihninin denizlerinde gelgitler

seni boğdular en çok

imgeler

harflere karışırdı küfre yakın

başka vücutların kıyılarına

dek nüfus ederken usulca soğuk

bir kalbin rengi gibi konuşurdu

gözlerin

derin bir karanlığın bekçileri

bilemezdik içinde kim var kim yok

ruhunun sahibi kim

görsel: Hernan Bas “Red Herring”

ihtimal

benim dünyamı düşlemeye

astığım kabanımdan, kaba etlerimden önce

bu şekilsiz ve karanlık odada

eğrilirken bakın bir

terkedilmiş gardırop aynasının

buğulu perdesinden

bir ihtimalin dans pabuçlarına

tangolara burun kıvırarak

bedenime küçülürken ihtimalin

yansımadan

geçen zaman tozlaşırken üzerimde

sevişmekten imtina edeceksiniz

sana seçtiğim kapkara koltuğun kucağında

gözlerimden devasa düşerken memelerim

bakın o adam ve kadın içinizde

hala yaşıyor mu?

duvar dipleriniz, tırnak aralarınız

henüz gömemediğimiz ölülerinizle

gözlüklerinizdeki derin gölgelere

rağmen lütfen, lütfen

ıslak ve oyuklarıyla karmakarışık

dudaklarınızla beni

arzu edilmediğim kadar öpmek istemeyin

ben bir kez daha balerin doğmadan

Görsel: Giorgos Rorris “Potentially”

öğrenciler

birkaç ışık bıçağı açmış içini

bir an sevinip bir an üzülüyorsun

güneş çocuğun değil yakmadan

deli fırıldak rüzgarını tutamayan Naci

sen koştukça depremler titretiyor ayaklarını

sana doğrulmuş yüzlerce yüzlerce deli

taşıyorsun yükü, nehri

kıssadan hisseye değerini hikayelere

bırakmış pırıl pırıl yeni öğrenciler

birileri olabilmeyi düşlerken

sen geçmişi ve ölümü eşele, tek bir an

tüm gök, taşlardan üstünde nefessiz

ansızın ve sessiz, kedinin diline hasret

o sebeple bunca yazı, bunca kışı

yıkılmadan yarenlikler beyazdan

sıkıştır öp öpeceğini, kes keseceğini

uzaklar sana hep sessizlik

yakan tabancasın sen hep olmadığı yerde mutlu

çünkü mutluluk unutmak kendini

karıştığın rakıda, feyza olmuş yeşil olmuş

dönüp durmak baktıkça yırtılan gözlerde 

Görsel: Daniel Richter

pis naneli

ellerini çamurdan hikayelerle kirleten sen

kime okursun Hristiyan mahallesindeki

salyangazoz müezzin gibi şiirlerini

Fi Çi Pi yazsana estetik akıllı kral  

sürsünler seni göğüs uçlarına

iki anlamı bir imgeye sokmaya çalışan sen

zamanın ceylan derisinden davulunu

delip geçerim derken sarhoşsun

en fazla on kişi anlar kelimelerini

ki onlar da belli senden deli

sorarım ıstırapların çelik bellerine

vurdukça, o kırmızı için, yanan Naci

nerde hani oku üfle yangın çıkalı

neyin ardına saklanıyorsun iki de bir

geleneklerin çakalı çarşafları leş kokmuş

ensest çocuklar doğurmuş aklın zilleri

çalarken gülüşlerini düşlerin, düşkünlerin

çok hisleri olur bizim gibi değil

özgür veletlerdir bulutlardan masum

ufacık yüreklerle kocaman yaratılışlar

açılır, parıldar, genişler nefesin tıkırtısı

sen alıp verdikçe, kira var, vergisi var

Allah değil, bir insana kireç ol dediler

ağaçların apış aralarına

öyle kurumuş aklın, kehribar olsan

asılmazsın ağza, kim okur seni pis naneli

kimi zaman taş

sana söylediğim ne varsa

elbet biriyle gömülüyor kuş tüyleri

her gönlü gıdıklayan tutuşlarım

yalancı bir zafer seni gördüğüm

uçsuz bucaksız yükseklikte

karanlıkların bilmediği derinlikte

niyetleri okumak, bir plan, bir aydınlık

yol dahilinde titremeden yürümek

uzunca düş kurmak mümkün değil çünkü

herkesin farklı köşelerinde beliriyorum

bazen koskoca yuvarlak, ıslak

bazen dikenler, iğneler, çizgiler

bazıları nefret ediyor, bazıları seviyor

ve ürpertilerden bir yaratık

olduğumu bilemeyecek kadar yalnız

çünkü insan

geri döndüğüm her sefer düşünde beliriyorum

çünkü düş aralarında saklanmak kolay

vücudun bütünlüğe, adlara ihtiyacı yok

yüz bir ayrıntıdır hissine bağlı

kimi zaman makas oluyorum, kimi zaman taş

benimle ellerimden 

kimi zaman kağıt senin bırakacağın ize göre

duvaklardan izinle çiçeklerce şekilleniyorum

fark etmek üzere olduğun bazı anlar çıkıyor

birden sevindiğinde, bir yerini kestiğinde

bir ismi unuttuğunda iki kişi yerine 

kalbinle zihninin arasında başaklar dikiyorum

kupkuru denizler kuruyorum fark et diye sırf

zarfından çık sudan korkma, karanlığı bensiz

avuçlama diye, gece dediğin şehrin ciğerlerindeki

nefes, yıldızların tutamadığı, mesafe yok

sevmek için senle ben gerek, ikilik

sahip olmadığımız, içindeki bende kaldı

Görsel: “The lost Symbol” Mira Nedyalkova

köstebeklerin kör uykuları

gölgen ayrılmıyor ayağının dibinden

siyahınla bir olmuşsun tövbe etmeden

köklerini kurutan derinden koyu halkalar

sarmış pişmanlıklarını yere çekildiğin

köstebeklerin kör uykularına ortak

bir kurtarıcı arıyorsun fal taşı gözlerin

kahin akşamı bir bulutu sırtına dayamış

oysa Anya dediğin sadece kadınmış, hicranmış

o da açmış, kapamış, doymuş, bırakmış seni

dimdik dikip suya muhtaç topraklara

siyah mermerden bir abide, bir heykel gibi

kim yarattığını kör eder ki kendine?

Ah Naci durdukça putlaşıyorsun duy artık  

nasıl kuruduğunu, kalınlaştığını, ışığı

yutan zamanı, karanlık sararken-dinle

çağırdığın melekler kadar şeytanları

arkanda sarı gökyüzü ağzı kapanmaz bir çığlık

onun dişleriyse istediğin yırtılmaya hazır ol

tanrı dediğin alamet içinde çınlayan ses

korkma tohumlaşmaktan, dağılmaktan, özgürce

sana şimdi vuran rüzgar bir vakit düştü

hayalince adamları buklelerinde dolaştıran

kadınların gönüllerine günah cübbeleri

kendi kendinin peygamberi Naci üzülme

kurban etme yaratıcı hüznü boş zevklere

sen çekildiğinde gök yine devasa boşluk

Görsel: Anne Magill “Never Let Me Go” 

Ey Alemin Başındaki!

ey alemin başındaki!

üzümlerin, arpaların

denizinden içtiğim kadar

başımın altında taş yastık

kabarıyor

kağnı arabaları çekiyor

yaşadığım diyarlarda

bulutları

sırtım yerde sen üzerimde

zorla sevişirken fani halimle

gözlerim göğünde tutsak 

oysa aklımda bir sonsuzluk

biraz Anya, biraz hicran

ben iki adımı zor atarken

yokluk yürüyor  

kollarımda damarlarımda

düşün

gözlerimde kara lekeler

bir var, bir yok masalında

o “an” denilen kuytuya

ah bir sığabilsem

sarılsam, bırakmasam

benden esirgediğin her neyse 

kaçabilsem senden karabasanım

aklımın üzerinde hareler

dudaklarca, yanaklarca, dillerce

duy seni ne kadar sevmişim ki

düşün

gönül çürüklerimi

vişneye çevirmişim

tadın dallarımda budaklanıyor da

sen beni çevirip çevirip

küçük ölümlere sürdükçe

inadım inat

yiyeceğim vicdanını sözcüklerle 

Bir Çizginin Üzerinde

bir çizginin üzerinde

bir köprünün yüzünde adımların

içinden çıkamadığın çukurun

birkaç zevk kutun karamelleşmiş

kahverengi geçmişi içinde kurumlaşırken

ağzında geveleyip elinde çevirirken

zamanla kararan kararların

tadında bırakmak için değişimi

köhne köşelerde kuruyan

sen devin erişilmez gövdesinde

Naci bu gölge derin

çitlerinden kırılıyor bu gölge derin

dökülüyor yürüdükçe  

yılansı kıvrılan hicranlarla sınırın

omzun bir ileri bir geri gel 

istiyor musun istemiyor musun değil

uçsuz bucaksız

belli içten o kararlılıkla

unutmak kendini kifayetsiz keyfinden 

bir kara deliğin peşinden 

ağzı sulu aklı bulutlu kibrin

yumulu pencerelerin açılıyor

inceliğinde kara kalemin

ya şiir ya gözlerin boyu çekilir

bir çizginin üzerinde bir insan alırsın

içine dağlarının arasına yolcu

Görsel: Manyard Dixon “No Place to Go” 

İftar

üzerindeki görünmez ağırlık beyaz

kum denizlerinden bir gelenek

zamandan ağır peygamber eteklerinde

kıstırırken seni niyet geceleri

binlerce aç çocuğun kuru dudakları

günahları ayıklayan iri ama kırılgan

siyah giyinmiş sanki papaz tırnakları

ayları üzerine örtmüş imsakları

kovalarken uykunun taşlaşan korunaklarına

sığınacak kadar lokmalara muhtaç

çilesi sırf doğmak olan kara kıtanın

üfledikçe uçuşan karahindibaları

karışıyor mu tövbesiz ağız kokuna aczinde

tavaf ettiğin damak dediğin bir etten kubbe 

görmediğini severken gördüğünü unutan

perdelerini kara sürmelerle çeken

ruhlarını kıpırdatmadan kullaşan

o ağzı açık ayran delisi Naci

solgun yüzünde izler derinleştikçe

çağırıyor musun gönlün cenazesine

iftardan sonra, teraviden hemen önce

nefsine yedirdiğin o haltları?

Görsel: Maya Bloch

error: Content is protected !!