sarı odalar

yokluğun sarı ile ilişkisini düşünüyorum

sarılmadan üzerimden geçerken güneş

bir çocuk vardı, bir adam, bir ihtiyar

saatin görünmez sarkacında bir

bir köşeden diğerine

izleri sessizlik kadar parlak

çizgilerin çerçevesinde duvarlar

içlerinde biçimlerimizden birbirimize geçitler

saklamaya çalıştığımız ile olmaya çalıştığımız insanları

ayırırken cennet bahçesinden 

sarındığın battaniyen, şekerleme yaptığın kanepen

fal bakınca gözlerinde ferden geçilmiyor

dediğin kahverenginden kahve fincanların, sehpan

yaşamak için can attığım gözlerden

kaçan yeşiller pencereden, kapıdan

kitaplar, mektuplar, biblolardan ayrılık

boşluk zihnin ilhamı

iki kapı açılıyor şimdi, sadece iki insan biliyor

duvar kağıdı perdeler dua gibi

zaman kavuşmamak için örülmüş

ancak dokununca görünür kılınan sevdiklerimiz

bizle odalarımızda kayboluyor ışığın parmakları

içimize uzandıkça boylu boyunca

sükuta ayrılmış duvar dibi

görsel: Edward Hopper “Sun in an Empty Room”

Sarı Odalar 

uluma

kalpleri yerinden dilinin keskin tarafıyla

oynatarak kendine iktidar alanları açmak

aşk dilenen kalemin yumuşak tarafı

gözyaşı mürekkepten berrak

ölü bir şairin kanatlarına dokunmak günah

çok günah eğer taşıyamıyorsa

tanrı yok olduğu an vücuduna sarılmak

af dilenmek zamandan ince

kurdurduğun hayallerin taşlaması

kayadan ağır, tüyden hafif

sıkışmak iki yılan arası  

orgazm ülkeleri, aklın nemli köşeleri

cigaralar, aynı hikayede aynı denizci

şehrin kadınlarını yerken beyazdan

ışıltılı gözleri, her yerde su

beyefendi başı önde evinde

aşinalık, bir aidiyet biçime haline gelmiş

dil dolandırıcılığında birinci 

üstüne yıkılıyor kuru gölgeler

laf ebesi doğurtmuş ağzı kesilmeden

kristal egosu çocuk gibi

kırılınca en çok kendi delik deşik

acziyet zindanı bekçisi Naci

zevklerin başındaki gri

dudaklar-sözler geri alınmaz ancak unutulur

boğazlarından çek ellerini

insan dediğin hep kendinde boğulur

görsel: Gerard DuBois

ağalar çıkıyorlar

ağalar sevinin çıkıyorlar

açın koyunlarınızı

kurtlarınızı

sıvazlayın apış aralarınızı

onların sopaları sizin

yağlı direkleriniz

gece bastırdığınız dilekleriniz

ağalar sevinin çıkıyorlar

erisin yağlarınız

çemberlerinizi daraltın

saklamayın çocuklarınızı

karşılasınlar çiçeklerle

ahirette çelenkler çıplak

kutlamalar dikenlerden ateşlerden

delinmiş bedenlerden iradelerden

dişlerinizi göremiyoruz

kokan ağzınızı

bacaklarınızı açın geçsinler

ağalar çıkıyorlar

şeytana söyleyin gelsin

kaldırsın karınlarınızı

ölü kıvrımlarınızı, bıyıklarınızı

gelin alayları

oyuncak arabalarda atlarda

gelin hep beraber kutlayalım

görsel: Horacio Quiroz “Şeytan”

kız çocuğu tutmuş karga

kanatların açılmaz oldu

duvarlarında

gökyüzü tersyüz

içine çizdiğinden beri kırmızı

kız çocuğu çizgini

sınırların kırılganlığından

yoksun

aralanan dünyan aşk

aşk korkutmuşlar seni

kargaların cevizleri kırılmış

yaya geçitlerinde gölgelerce

ağaçların yaprakları

adımlar dudaklar

kışları doğurmuş

kışlar baharları

baharlar yaşadığın kuşları

****

görsel: Audrey Niffenegger, book “Raven Girl” cover

avcı siyasetinde şehvet bataklığı hayırlı

dini-bütün halinden

parça parça eksilirken

imanını alıp kaçan karıncaların sosyalizmine

birikirken ifade ifade üstüne

ekmek kırıntıları serpmek yerine

kandilleri dirseklerine kadar yakıp

fener alayları, röpteşambır, altın ziynetler

teşhirciliği yapan bu ulusun tanrıya

seslenişini kendi ahşap göğüs kafesi camiinde

tahta kurularına bırakmamak için

için derslerinin kabuklarını

sevişmek istediği dünyalara yara bandı

ahiret inancı ve sırf estetiğe dayalı bir değer

yargısına irdelemek için ihtiyarların

kıvrımlarına yasaklar spiralinde hüzünler

sarıyor memleket saklıyor

nadide nadide Naci

bebeklerin aklı yerinde değil

ellerinde akordeonlar

giyotinler birer melek ışığı

atalarını atlarına binmiş kamçılıyor

şehvet dizlerinde bükülüp bükülüp açılıyor

kuzuların içinden geçip postlarını delen

kurtları aklında avlıyor kocaman

tüfeği elinde bir o yana bir bu yana dua

sırtında kadırgalar boğaza, yüreğine aidiyet

indir indirebilirsen rüzgar senin zilinden

düşüp kilise çanlarına öfkeyle vururken

anlamayı beklemesen ölmeyi beklemediğin kadar?

görsel: Sanya Kantarovsky “On Them”

Zehir mi Panzehir?

Hem zehir hem de panzehir, hayal gücünün kuvvetli kollarından kurtuluyorum, güç bela, nefes alıyorum, gerçek ve sert ve sonra, hem de hemen sonra özlüyorum o kavrayışı sıcaklığı, beni ileriye doğru itişini. Küçükken beni yürütmek için sırtımdan hafifçe iten annemin eli…  

Şimdi orta yaşlı denecek yaştayım, kırka sırtımı dayamış, bekliyorum. Daha gençken hayallerin neredeyse sonu yoktu. İçinde bulunduğum zamanın kabuğunu kırar, istediğim vakte, istediğim mutluluk sahnesine, kurduğum insan şeklinde giderdim. Düşlediklerimi söylerlerdi diğerleri, düşlediklerim olurdu. Hepsi olacaktı. Tekten çoğalırdım. Aslında yaptığımın tam tersiydi yaşam şimdi anlıyorum.

Vakitle, elendi çoğu. Olmadıkça çoğu, gerçekleşmedikçe, kendi kendini de ısırmaya başladı hayal gücü. Doğa’nın, inanıyorsanız tanrının yolu bu. Tüm çoğunluk, tüm bu ziyan. Yıldızlardan, spermlere, her bir farklı kar tanesinden, her bir çiçeğe, çılgınca çoğalan hücrelere ve kelimelere biçilen değersizlik. Onca akıp gidenden tek tük akılda, tende, gönülde kalan… Hepsini düşleyebilip sadece birkaçına ulaşmak. Ölüm gibi bazılarını sadece düşleyip yaşadıkça yaşayamamak. Sonra dönüp kendini yemek.

Gözle görülmeyecek kadar küçücük şeyler, benim içime girip beni öldüreceklermiş. Nefes alamayacak, boğulacak gibi olacakmışım. Gerçek mi şimdi bunlar ben hayal edemedikçe? Ben hiç boğulmadım ki…

Lakin boğulur gibi olurken, gözlerimi kapıyor ve düşlüyorum tüm sevdiklerimi, vakitleri ve birbirine açılan şiirleri, karakterleri, hikayeleri, benim gibi kendileriyle hem boğuşup hem de sevişenleri. Kurdukça hayal dünyalarımı, gerçekler de daha bir gerçek sanki. Şiirdeki kırmızı daha bir kırmızı, şarabım daha bir şarap, duam daha bir öpücük kıvamında.

John Keats gerçek güzelliktir, güzellik de gerçek der bir şiirinde; bence gerçek hayal gücüdür, hayal gücü de gerçek. Düşleyebildiğim kadar var ve yokum. Sevdiğim ya da bir tanrı ya da karnı acıkan kedim, beni düşledikçe ben daha çok varım. Dünyanın içine, kalbine girip onu yok edecek kadar kendimden habersiz.

Yalnızlığı yaratan da kıran da o. Korkumu yaratan da dağıtan da o. Tanrı da bir hayal belki…  

Görsel: Deniz Sarazhin “Ağırlıksız” 

 

 

Gelincikler

kıpkırmızı bulutların, gelincik tarlalarının

yokluğuyum

aklımda yürürken göğe

yansıyan kızıl mı kızıl alınyazım

babam lacivert ceketli, ben lacivert ceketli

korkuyoruz ayrı ayrı

görünmez düşmanların ısırıkları

içimde sulu karpuz dilimleri 

karışıyoruz keyifle ürperilen

serin yaz akşamlarına düşümde

üşüdükçe öpücük yaralarına

sevdiğimin ılık nefesi

çilekler, nar taneleri, yakut gözyaşları

sakallarımdan damlayan şarap kırmızı

dumanı tüten bir ev sıcacık

uzaklar da uzaklar içimde 

kıpkırmızı bulutların, gelincik tarlalarının yokluğu

görsel: Holly Warburton “Poppies”

Ayçiçeği Tarlaları

yüzümü göstereceğim gözlerini kapattığında

ayçiçeği tarlalarına

iki yol iki hüznü sürüyor

çocuk olduğum için kelebekler ölümsüz

karanlık aldanıyor tuttuğun gibi

ensemin safran denizi senin yüzünmüş

hastalık değilmiş de bir keşifmiş

dişlerini geçiriyor olman olmayan gözlerime

canımı sarı yakıyor 

kırmızı

saklanıyor elbiseme ay ışığı lekeleri

Görsel: Jeremy Lipking

Habersiz

bazı sevgilerin üzerini örtmüşsün

kalın kaplan derisinden saklı gerisinde

dudaklarınla baş kaldırıyorsun Naci

yok yere, yok göğe, yok nesline 

seni çoktan harcamış turuncu sakallı  dede

sırtında izmarit söndürüyor 

isimler hep pembe yaldızlı 

yeşil vasiyet var desen olur olmaz

boncuklarını topluyor zevkle nazar

değdiriyor sana hep boyun eğdiriyor

köle çocuk, küllük et bana hayvanca

etinde söndüreyim yangınlarımı orman

yeni bir kadını doğurduğunda annen içinden

konuşuyor fısır fısır

demedi deme sakla

Corona virüsü Çin’den geliyor ejderhan

sembolizmi derste yediriyorsun aç kalmış

iki satıra sahip çiçekler

ondan, ondan değil bahanen ellerinde yırtılmış

kitaplar, kitaplar tenin yerine geçmiyor

gergin ama pürüzsüz sözcükler

kancaların, penislerin olmuyor, gözlerin

kim konuşuyor duymuyorsun, ne duymuyorsun?

huzuru elbise gibi giymiş Yunus Emre

sana kardeşin var mı diye soruyor ama

yoksunluk yoksunluğu karaya boyamış

yakacak çalı çırpı göğüs kafesin kalmış

kuş ciğerini çalgılara tel tel dökülürken

gel taşlarını at bana senin yerine yere

eğreti niyetine düğün yapan bir baban olsun

bir de sana bakan var sevdiğinden habersiz

hep habersiz yürüyorsan her şeyden habersiz

Görsel: Guillermo Lorca

Şehirler Alevler

yangınlar varmış uçaklar

inermiş kalkarmış yoldan

çıkan adamlar tövbeli bakarmış

sakalları ayetleri ayırmış

şehirler alevler

çocuklar tutuşmuş el ele

sınırların ötesinde mahallelerde

aynı katların basamakları

hain diye asamadıkları

çamaşırları ıslatıp yüzlerine

bastırdıkça dumanları

öfke nöbetleri ağıtları

anaların sıkışmış nefesi

asker taşların arasına

kaçmış topları getiriyor

meşin derisinden yüzmüş

toz denizinden taziye

hasta oğlan oyuncak arabaları

kız çocuk bebeğini yıkıyor

mermiler bombalar hayalleri

Görsel: Gerardo Dottori

ağırlık

üzerimde beton ağrılığı ah eden

kafamda sessizlik eski bir yankıdan

çöktükçe içime neden ben

ayaklarım, düşüncelerim, parmaklarım

üç beş çocuk sanki

karıncalanıyor tozların duasında

beni hayattan ayıran duvarların

tuğlaları, kırmızıları kalmamış

itfaiyeciler, köpekler taş sırtımda

uzuvlarım aralıklardan fışkırıyor

biri beni görsün de çeksin diye

kameraya, el, nefes, hu da hu

filizlenmek isteyen

başımı sallıyorum şehir sevmeden

güneş görmüyor

içimde çiçekler, çimenler

karanlığa sıkışan damarlarım

varlığımın atkısı ellerinde

birinin dünya yükü

duymadığım omuzlarımda 

inceliyorum ismimi yazacak kağıda

ki çıkarın beni ağırlığımdan

Görsel: Albert Guash “Landscape”

Buz Mağarası

çok soğuk ve karanlık masmavi oysa gökyüzü

bir hayaletin kuşbakışı fotoğrafına yaslanmış

Naci nefesin sıcaklığına duacı dudaklardan

yaratılmanın affedilecek taraflarını ayıplıyor

*

incecik dilimleri açılamadan çiçekler buzullara

benziyor zamanın kara kuyusu göz bebeklerine

insan maddeden can buluyor hayal ettiğini hep

detaylar kıvrımlar perdeler dönülmezin iktidarı

**

dapdar bir kimlik Naci geçirmiş üzerine üşüyor

baktıkça içinin karakoluna döne döne düşüyor

dondurucu bir huzur unutmanın çağrısı aynaya

alemin polisi çevirsin fikirlerde ateşi buza

***

Görsel: Georgia O’Keefe “Ice Cave”

error: Content is protected !!