eğer ki
eğer ki bedenin bir ayrılığın
içini oymuşsa
dibini sıyırıp elinin ekmeğiyle
beni zihnine çıkarmanın
günahına sırılsıklam olmadan girme
Görsel: Jeniffer Mazza
Şiirin resimle buluştuğu yer / where poetry meets art
eğer ki bedenin bir ayrılığın
içini oymuşsa
dibini sıyırıp elinin ekmeğiyle
beni zihnine çıkarmanın
günahına sırılsıklam olmadan girme
Görsel: Jeniffer Mazza
seçemedim yağmurun vurduğu
yerleri
alacalı kaldı aşk
kırmızı meleklerle
soyunmuşum gözümde
çeperlerim senle ıslak
bir deri bir kemik
ayrılık bir yüzüm olsa
bağrıma ciğerime
eve dönen aydınlık sütümde
gel tat beni ıslağın kokusu sinmiş üstüme
ya arzu ya da gözyaşı
akarken oluklarımdan anam
döktü içime bağıra bağıra
kaç kere ölse de başucumda sıcak
bir anı taşımış dilime
düşün nağme
belki ben hiç ölmem
bir şarkıya ait olur
dilinden asla dönmem
ey tanrının gümüş çocuğu!
acımasız olma şimdi bu kadar
dua dediğin avuçlamak
apış aran da ne bulduysam
duymak kum gibi
herkimsen başımızda dün gibi
yarının unuttuğu
yıllar yırttıkça derinden
durma dudaklarında çoğalt beni
Görsel:Jean Fouquet “Virgin and Child Surrounded by Angels”
benim dünyamı düşlemeye
astığım kabanımdan, kaba etlerimden önce
bu şekilsiz ve karanlık odada
eğrilirken bakın bir
terkedilmiş gardırop aynasının
buğulu perdesinden
bir ihtimalin dans pabuçlarına
tangolara burun kıvırarak
bedenime küçülürken ihtimalin
yansımadan
geçen zaman tozlaşırken üzerimde
sevişmekten imtina edeceksiniz
sana seçtiğim kapkara koltuğun kucağında
gözlerimden devasa düşerken memelerim
bakın o adam ve kadın içinizde
hala yaşıyor mu?
duvar dipleriniz, tırnak aralarınız
henüz gömemediğimiz ölülerinizle
gözlüklerinizdeki derin gölgelere
rağmen lütfen, lütfen
ıslak ve oyuklarıyla karmakarışık
dudaklarınızla beni
arzu edilmediğim kadar öpmek istemeyin
ben bir kez daha balerin doğmadan
Görsel: Giorgos Rorris “Potentially”
üç şarkı ayaklarına dolanır
göğüs çizginde
biri ninni desen biri ağıt
gagalarken Munin Hugin’i
ağrı eşiği toz bulutları
şimdi
desen üzerinde ince
çizgilerle mırıldanan ezgi
güneşin sekiz dakika öncesinde
renkli çığlıklar ışık
kim inanır düşlere?
Görsel: Aykut Aydoğdu
haramı seçmişsin dudaklarında zevceler
raks ediyor, adamlar var kadınlar nemli
güneşin aklında yanıkları ayraçlar
açmış oysa sen varken varaklı akşamlar
zevkin köşeleri evimizin direği
sürmeler çekilirken gözlerine bir çift cin
geçmiş ciğerlerimizden kırmızı denizlerle
meçhul suretlerin masum hayatlarında
hep biri geliyor üzerime sen değil
bir hayal bir beden devriliyor
sürdürülemez akşamlar karışırken kara göğe
o uzuvlarına gençlik, görünmezliğin düşmanı
sarıldıkça sızlayan hep bir başkası
gönlünden düşen taş, tepeye taşınıp taşınıp
sabahlar gibi iğde kokusuyla inen
su yolunu bulur bir adamın
sırtına tanrı yazmışlar
arıyor elini yüzünü aynasında vakitler
dövmeler, inlemeler, zevklerin derisinde
kumların aşk acıları istiridye içinde inci
çekip çıkar da kurusun günahlarımız
öyle ıslak ve içten küçük ölmüştük
hatırlamak yaşamak dünya dünya içinde
Görsel: Bernadette O’Sullivan
kurtarmış çocuklar seni düzmece bir ölümden
ağızları açık bırakan bir yaşlılıktan
kurumadan önce çiçekler çimenlerin tazeliği
boğazından tabanlarına kadar büyük bir şölen
kasıklarından dehlizlerine içtimai bir mesele
kimi düşleyip masanın altında çiğnediğin
kendinle eşlerken öykündüğün kudret
yaratıcılığın köhne adetleri kalbinde
saklanan suretler tavanında
ansızın beliren kan diye renkler
sözlerin duvarlarında sırtı pullu
ağıtlar ağzının içinde dişlerinin yerine
adam adam çekip çıkarıyor
sevebildiklerini bildiklerinden
dönüp dolanmadan dudakların düğümlere
Görsel: Johannes Grützke “Masanın Altında”
birkaç ışık bıçağı açmış içini
bir an sevinip bir an üzülüyorsun
güneş çocuğun değil yakmadan
deli fırıldak rüzgarını tutamayan Naci
sen koştukça depremler titretiyor ayaklarını
sana doğrulmuş yüzlerce yüzlerce deli
taşıyorsun yükü, nehri
kıssadan hisseye değerini hikayelere
bırakmış pırıl pırıl yeni öğrenciler
birileri olabilmeyi düşlerken
sen geçmişi ve ölümü eşele, tek bir an
tüm gök, taşlardan üstünde nefessiz
ansızın ve sessiz, kedinin diline hasret
o sebeple bunca yazı, bunca kışı
yıkılmadan yarenlikler beyazdan
sıkıştır öp öpeceğini, kes keseceğini
uzaklar sana hep sessizlik
yakan tabancasın sen hep olmadığı yerde mutlu
çünkü mutluluk unutmak kendini
karıştığın rakıda, feyza olmuş yeşil olmuş
dönüp durmak baktıkça yırtılan gözlerde
Görsel: Daniel Richter
gerçek değil mesafe
kelimelerin sorumsuzluğu
hayallerin avucunda yürüyen
tanrının parmakları senin
ayva tüylerini ürperten
karınca cinleri taze ihtimaller
içimizden geçen yazlar
kışlar, dualar, kuşlar
dudaklarla zamanın asıldığı
söğüt dalı eğiliyor
dokunmadık kıyılarımıza
görsel: Hernan Bas “Flamingo Boy”
ellerini çamurdan hikayelerle kirleten sen
kime okursun Hristiyan mahallesindeki
salyangazoz müezzin gibi şiirlerini
Fi Çi Pi yazsana estetik akıllı kral
sürsünler seni göğüs uçlarına
iki anlamı bir imgeye sokmaya çalışan sen
zamanın ceylan derisinden davulunu
delip geçerim derken sarhoşsun
en fazla on kişi anlar kelimelerini
ki onlar da belli senden deli
sorarım ıstırapların çelik bellerine
vurdukça, o kırmızı için, yanan Naci
nerde hani oku üfle yangın çıkalı
neyin ardına saklanıyorsun iki de bir
geleneklerin çakalı çarşafları leş kokmuş
ensest çocuklar doğurmuş aklın zilleri
çalarken gülüşlerini düşlerin, düşkünlerin
çok hisleri olur bizim gibi değil
özgür veletlerdir bulutlardan masum
ufacık yüreklerle kocaman yaratılışlar
açılır, parıldar, genişler nefesin tıkırtısı
sen alıp verdikçe, kira var, vergisi var
Allah değil, bir insana kireç ol dediler
ağaçların apış aralarına
öyle kurumuş aklın, kehribar olsan
asılmazsın ağza, kim okur seni pis naneli
sana söylediğim ne varsa
elbet biriyle gömülüyor kuş tüyleri
her gönlü gıdıklayan tutuşlarım
yalancı bir zafer seni gördüğüm
uçsuz bucaksız yükseklikte
karanlıkların bilmediği derinlikte
niyetleri okumak, bir plan, bir aydınlık
yol dahilinde titremeden yürümek
uzunca düş kurmak mümkün değil çünkü
herkesin farklı köşelerinde beliriyorum
bazen koskoca yuvarlak, ıslak
bazen dikenler, iğneler, çizgiler
bazıları nefret ediyor, bazıları seviyor
ve ürpertilerden bir yaratık
olduğumu bilemeyecek kadar yalnız
çünkü insan
geri döndüğüm her sefer düşünde beliriyorum
çünkü düş aralarında saklanmak kolay
vücudun bütünlüğe, adlara ihtiyacı yok
yüz bir ayrıntıdır hissine bağlı
kimi zaman makas oluyorum, kimi zaman taş
benimle ellerimden
kimi zaman kağıt senin bırakacağın ize göre
duvaklardan izinle çiçeklerce şekilleniyorum
fark etmek üzere olduğun bazı anlar çıkıyor
birden sevindiğinde, bir yerini kestiğinde
bir ismi unuttuğunda iki kişi yerine
kalbinle zihninin arasında başaklar dikiyorum
kupkuru denizler kuruyorum fark et diye sırf
zarfından çık sudan korkma, karanlığı bensiz
avuçlama diye, gece dediğin şehrin ciğerlerindeki
nefes, yıldızların tutamadığı, mesafe yok
sevmek için senle ben gerek, ikilik
sahip olmadığımız, içindeki bende kaldı
Görsel: “The lost Symbol” Mira Nedyalkova
gölgen ayrılmıyor ayağının dibinden
siyahınla bir olmuşsun tövbe etmeden
köklerini kurutan derinden koyu halkalar
sarmış pişmanlıklarını yere çekildiğin
köstebeklerin kör uykularına ortak
bir kurtarıcı arıyorsun fal taşı gözlerin
kahin akşamı bir bulutu sırtına dayamış
oysa Anya dediğin sadece kadınmış, hicranmış
o da açmış, kapamış, doymuş, bırakmış seni
dimdik dikip suya muhtaç topraklara
siyah mermerden bir abide, bir heykel gibi
kim yarattığını kör eder ki kendine?
Ah Naci durdukça putlaşıyorsun duy artık
nasıl kuruduğunu, kalınlaştığını, ışığı
yutan zamanı, karanlık sararken-dinle
çağırdığın melekler kadar şeytanları
arkanda sarı gökyüzü ağzı kapanmaz bir çığlık
onun dişleriyse istediğin yırtılmaya hazır ol
tanrı dediğin alamet içinde çınlayan ses
korkma tohumlaşmaktan, dağılmaktan, özgürce
sana şimdi vuran rüzgar bir vakit düştü
hayalince adamları buklelerinde dolaştıran
kadınların gönüllerine günah cübbeleri
kendi kendinin peygamberi Naci üzülme
kurban etme yaratıcı hüznü boş zevklere
sen çekildiğinde gök yine devasa boşluk
Görsel: Anne Magill “Never Let Me Go”
içinden çıkılmayan bir gökyüzü vermişsin bana
neresinden tutsam parçalanıyor üzerimde
bulut lekeleri hayallerin daimi vakitsizliği
ayın teninde dehlizler damarlarım atarken
mora çalacak neredeyse lacivert yüreğim
serkeş kopan kıyamet çilemden geçip giden
kuşlar peşimde kuyruklu yıldızlar
bir güzelden diğerine
gece bekçilik ettikçe
aşkın uzanamayacağı hiçbir şey yok
ipekten perdeler gözlerimin önünde buharlaşan
hicranlar alemi saran sessizlik çiğ gibi
bir kadın bir adam bir kadın bir adam
karanlığın karnına yek vücut
karışıyor feza içimizde belirdikçe
Görsel: Marc Chagall “Paysage Bleu”