Kanatsız Kuşlar

kara sakallarının ardındaki kızıldan öte

çattığın kaşlarının saklayamadığı

benliğinden taşan tüm renklerin kör noktası

kucağındaki o canavarın gergin ifadesi

dinmeyen arzularının bulduğu biçimsiz beden

ah Naci, neden sen hep eksik doğurdun

kanatsız kuşlar, ruhsuz insanlar israfın sesi

kendini yaşlı bir tanrı gibi unutabilmek için

saklandığın dünya ağzı mağaralar kuruyor

yarattığın melun şiirlerin çekirdeklerinde

oturduğun tahtta dinleri çiğnerken gözlerinle

sarıldığın hilkat garibesi senin bir yüzünse

bir hicran, bir kadın, bin kadın sevse de seni

kurulmuşsun tanrı çiğliğine doymadıkça

canavarlaşan aşkın ve senden çalan nefsinle

gel bir keşiş ol sonsuz, keşfet iz düşümünü  

karanlıkta el yordamıyla yaşayan sevginle

Görsel: Jeff Simpson

Tövbelerin

Birini sevemedikçe özür dileyesi geliyor insanın tanrıymışız da yükümlülük varmış gibi; oysa, ya da o ise, elbet bir duvar kifayetsizliği yaratır, baraj yıkılır, onunla yıkanmak teşbihten de öteye geçer de geçer diye dilemek varken, hazır varken.

Saatleri iten o kara katibin donuk yüzünden, içinin zembereğini hareket ettiren o kadar az titreşim, elektrik ve doku kalacak ki,  “peki”, “peki” deyişindeki ipek sessizliği sararken seni yaşattığını göremeyeceksin.  

Yoksa aşkı tarif ederken çok zorlanan kısık gözlü ve kireçlenmiş eklemleriyle dansları ıstıraba dönüştüren varlıklar olmayı kim seçer?

Elleri kocaman korkuyorsun ondan, ondan. Okşandığında karşılık veren bir sarı-siyah-beyaz kuyruk olsan, kolaylaşırdı yolların atar damarlarından kalbine. Güneşin seçtiği bir üzüm gibi kururdun sevildikçe, dudakların parça parça da olsa, dilin beyaz, güzel konuş, kırma derdi senle aşk derdi olan.

Ama bir savruluşun var ki, kendi içini ters yüz eden bir fırtına altında. Oysa sen ne zaman üste çıktın, ne zaman hayat seni seçti, ne kadarını sen seçtin, ellerini bir torba pirince daldırmış da taşları bulmuş, yalancı ve sevinçlisin.

Senin sevdiklerin de oldu, hayallerinde bitirdiğin, bitiştirdiğin, yatağına kıble kıldığın. Tövbelerin seni içinde hapsedecek kadar imanlı değildi çiftleşme tanrılarına.

Özür dile ele. Özür dilemek erdem her dem. Kendini bilmenin farkındalığı var tohum misali bu basit sözcüklerle yeşeren. Karanlık belki toprağın.

Lakin ondan da kaçacaksın, seni değil onu sevdim diyemeyeceksin, sevmenin ucu uçurtma ipi, aşkın kağıt ve çıta senden değil, ağaçlardan.

Özür dile ormandan, böyle küçük olduğun, süre gelmeden yaşadığın için. Sonbahar sincapları fındık arzularını ve organlarını gezdiriyorlar, sen yapraklara değil dallara inandıkça.

Cihandan dön kırılıp yılmadan. Geçicilik elimizde kına sevgiyle işlendikçe…

Görsel: David Inshaw “She did not return” (1943)

 

Jager

kış günlerinin ucunda

böğürtlen yiyen birer çocuk

cemalinde ışıldayan kelebekler

dudaklar çarpıştıkça

dağılıyor zehirsiz kıvılcımlar

incileri çağlatan tebessüm

saflığın esmer hali eserken

tülleri aralayan gözlerde

kısılmış sonsuz çekingenliği

ahşap bir evin göl kıyısında

dalıyor saklı bir ormana

sarmaşıkları sıkıştırdıkça

koca kedilerin izlerine

tutunduğu dalla sevişmekten

nanesini bulmuş koala misali

usta bir karışım dilimizde 

eriyor sözcükleri sevdikçe

Görsel: Carlos Jacanamijoy “A La Hora de Hacer Los Instrumentos”

İrkilmemiş Kedi Naci

sardıkça omuz başlarını toprak

dudakları ateşin imanından

ürker mümin mahluk Naci

 

bir kedi bile yaratamayacaksın ki

tanrı kollarından tutmuş silkeliyor

düş bir düş diye başlangıcın ağzında

dilin döndükçe bıyıklarını ıslatıp

teslim oluşun yumuşak dokularına bırak

patilerinin en pembe yastıklarını

 

uyku dediğin nedir ki varlığının

titredikçe zelzele yaratan tınısına

pansuman tadında bir yalan

tanrı kedi o tırtıklı dilinden

ancak istediğinde sever seni Naci

hiç okşandıkça irkilmemiş benliğini

 

iradenin cami duvarlarında köpeklere

yalatmışsın gençliğini unutmuş

adamsın sen sakalların beyazladıkça

öfkeni kış uykusuna yatırlarda 

sinsi dokuz canını kurban hayvan

dini gece kılıklı vaiz Naci

 

aceleni çocukluğuna gömmüşler

emzik gibi tekrarlarsın parkı

kediyken insana dönüştün babandan

sana bir masal mavi gözlü

dönüşüm ve doyumsuz bir korku

tırnaklarını geçirdiği ağaç yaşlı adam

 

sardıkça omuz başlarını toprak

dudakları ateşin imanından

ürker mümin mahluk Naci

Görsel: Hieronymus Bosch “The Temptation fo St. Anthony”

Meşeler

Yüreğini elinde tutmak istediğini biliyorum Naci. Soymak istediğin onca gizemden biri, kendi canından kanından, durmak bilmeyen kızılcık şerbetinin sırrı çekilmeden.

Duvarların içeride mi dışarı da mı tuttuğunu yaftala, seni yalnız kılan zihnini gömecek bir yer bul. Kilden yaratıldığına inkar mürekkep yalamayı bırak.

Aniden uyanıyor musun? Bir irkilme, bir korku. Deden gibi bir koltuğa gönülden bağlı, buruş buruş ellerin ve yüzün, sevmek isteyip sevemediğin. Boşluk bükülür. Dedenin Ortaköy’den bulup getirdiği Belçikalı bir kızsın sen. Rastlaşmak isteyip de rızkının rastına meyledemeyen. Dilin önemi yok, rakı varken, dudakların hareketi koca bir dünya. Oku!

Yaşının döküldüğü bir orman var Naci. Oraya git. yaprakları savur, kelimelerin gibi… İki üç kez değil bin kez kaybetmenin, nazlı ellerine bak. Titremeye başlayan sen, dünyayı bulanıklaştıran harikulade bir ressamsın. Fırçan gözlerin meşeler, tuvalin zihninde kar yüzün, dallanıp budaklansın; Nisan en zalim aydır, gelmeden ez başını.

Kardeşin yok Naci. Ölüm geldiğinde. Bir dalın üzerinde tek kanatlı kuşlaşmış bile olabilirsin. Zar zor alıp verdiğin nefes, kalp kırmaya yetecek kadar kaldıysa zehrin, yaşıyorsun demektir.

Durgun su zehir üretir şairin dediği gibi cehennemi ve cenneti evlendiren o zihniyet… İçini her sabah her akşam ikiye ayırıp birleştiren, güneşini ayında dinlendir.

Haydi yiyorsa sen de bir çocuk yap. Yumuşacık ellerini nasırlandırırken toprağa karıştıracak seni, kahverengi gözlü, senden de sıradan olsun. Hayalleri senden de küçük ki senden delice ve ölümüne büyük olsun. Hücreleri yıldızlardan hor görme, hürmet eyle!

Naci sen artık ölçemiyorsun. Tartın şaşmış. Sus ve rakına su kat. O senin dünyanın sertliğine kalkışmasın. Pamuk gibisin pamuk, ıslanma ve unut, hep unut, kölelerin katrana bulanmış elleriyle kendi kırbacını tut.

Görsel: Roberto Ferri “Pietas”

 

Çakıl Akbaba

denizlerinin kenarında

elinde ıskalamak için

yeşil mavi gözyaşları

biçimli ince çakıl taşları

yüzeyinde tutarsızlığınca

titreşimler zamanın endişeleri

su çekingen çarpar aceleci

ellerin yüzünden bir sonrası

bir sonrası huzur yok

hep bir gün sonrası var yok

ıslıkladığın soru çok

uzun koridorunda yürürken

sonrası ıslak odası

azcık yumuşasa dünya

avuçlarından kayıp gitmeden

meteorlar, kuyruklu yıldızlar

sığdıracağın damarlar  

yollarında katılaşırken

isimler tıkadığın kaya diplerine

elinin altında  sap sarı güneş gibi

çölleşen bir göl çekilirken  

Ey Naci, seni bir gece devasa

bir akbaba kapacak

duymayacaksın kanı  

can atıyor gölgesi şimdiden

o aydan göğsünün çevresinde

şimdiden ayrısın ya

bir illüzyonist tanrının

herkese unutturduğu sekizsin sen

sonsuzluk beklerken eksiksiz

fırtına yemiş sevilmemiş gemiler 

Japon balıkları gibi

sabaha yakın rüya yan yatmış

Görsel:Joseba Eskubi

 

Bulut Patlaması

gözlerin kocaman ağızlar

tırtıklı ve aç

çılgın bir körlük taşıyor

seni sindirirken şerrin renginde

ağzın kulaklarına varmış

jiletler geçerken içinden

sözlerin kesildikçe

kasılıyor tükürüyorsun

aldatmaca tadında düşleri

dudaklarında iki üç buse

var sanki yok Naci

yüzlerce geçmiş

ısırıp da alacağın dünyalar

hülyalar zırhlarında çürürken

dişlerini gıcırdatıyorsun

ses sırf sana aşikar

gıcır gıcır bedenler

acını tutamayan ciğerin

ellerin ayraçlar, omzun yas duvarı

yaşamanın ağrılı çekirdeği

kalp değil bir irkilme

durmak bilmeyen ama duracak

bir tutulma korkusu

kırıyor akşamı mavisinden

ölümün dizlerinde

başın baş değil bir bataklık

kara ve iktidarsız

Görsel: Nicolo Samari “Nubifregio”

Ben Böyleyim!

İnsanlar konuşur, kırar, aczin sınırı, dilin kemiği yok… Uzak durmaların, korunmanın en güzel bekçisidir “ben böyleyim” diyerek kaçıp gitmek.  Kendini kabullenişteki, kendini bilmekten doğan huzurdan bahsetmiyorum, dünyadan ayrı kaldıkça içinde kırılan bir endişe bataklığı senden bahsediyorum Naci. “Ben böyleyim”, kendinden o kadar emin misin?

İçinden konuşan o sesi tanır mısın? Yazarından ayırt edebilir misin düşlerini, sözcüklerini? Kafanın içindeki ses, belki de başkalarının dilinden. Bölündükçe çoğalan bir varlık değilsin ki! İnsan dediğin başka insanlarla çoğalır ancak, bu yüzden gitgellerin.  

Kendi içine kaçıp saklanıp dünyalaşmak ile, açılıp genişleyip azıcık taşarak sınırlarını zorlamanın arasındaki ince çizgiden bahsediyorum. Orada ismin gizleniyor Naci. Hem herkes gibi hem de herkesten farklı ismin. “Ben böyleyim” derken dışarıda bıraktıkların, seni tutuyor mu, açıyor mu? Acıyor musun?

Azıcık da olsa düşüncelerini değişebildiğini düşünsene, senden izinsiz değişen şu bedenine uyum sağladığını. Ne zaman nehirleşecek, ne zaman göle döneceksin zaman kuytunda? Ah karar verebilsen keskinliğini yumuşacık hamurlarla sarabileceğin vakitlere.

Yeni bir gölge mi? Eski bir güneş mi? Kendi içine gömülüp yitmeden seni yaşatacak “ben böyleyim”in ömrünü söyle bana.  

Bir kuşluk vakti sen de kanatlanamayacaksın, tıpkı deden, tıpkı annen gibi…

Ey Güzellik!

sana aidiyetsiz, sensiz 

sarıldıkça sen açan baharlar

mucize kendinden bihaber güzel

haydi yarat yaratabilirsen!

nefsimden eksik

denizinde gözlerinin yeşil

kıyılanan gamzelerini

o çiğ tanesi şaheserleri

sev sevebilirsen derinliğinde

sabahında ölüm tanrı olmadan 

doğan herkesin gerçeği

ancak sevgisi kadar

uzar da şekerlenir cezbin

sofralar hayaller kurduran

dumansı kadınlar adamlar

zamanın anbean kısalan gırtlağında

sen

iç çektikçe çatlayan aynalar

an yitmeden ismimle 

buruşmaya mahkum kadife tenin

kadar kim sevmiş söyle

ellerimin yüzündeki sevincini

Görseller:Luis Ricardo Falero “Le vin Ginguet”, “le Vin de Tokaï” – 1886

Soyulmamışsın

şehrin parçalarını taşır
hicranları yüzünde gördüğü
sokağında yangın
görmez içindekini
çizgileri derin, yaşlı
canavarları var her evin
koruduğu adamları, anları
Naci senin de endişen
korkuluklara dayanmış
dirsekleri demirlere aşikar
kendini hapsetmekten çekinmemiş
efkarlanıyor söndükçe
bir bir ışıklar yalnızların
ayın kulesinden kıvrılan gece
belki bir gün cemiyetin olur
toparlanır kol kola yürürsünüz
aynı şiirleri aynı ölümleri
ayaklar altına alacak kadar
sağlam basarsınız
yokuş yukarı
bakışlarla astığınız
dualar aslında cami duvarları
kırıp alacak kadar neyi sevdin?
hangi dairelerin kapılarına
dayandın bir arzunun peşinde?
haritanı giy üzerine ceylan derisi
soyulmamışsın sen hiç
hiç soyulmamışsın kendinden
polis olmuş ateşin
taşlar sana yatır ancak
bekleme hiç

Resim: “Police Sentinel in Vilnius” by Marianne Von Werefkin 

error: Content is protected !!