Yaz Gecesi Yaz

sıcacık kumların düşleri ısıttığı

dalgaların akşamları gündüze yumuşattığı

bir sedef hayalin kıyısından açılmış

dev bir Hindistan cevizinin süt beyazı kıvamı

henüz hiçbir ömrünü silkinmemiş bir kedinin

altın sarısı parlaklığında pullarıyla

Naci huzur topluyor yılanın dallarından

cennetten kovulmuş bir ağacın gölgesine

müteşekkir ayağı yengeç sırtı kırmızı

sırtında palmiye yaprakları kanatlar

kıvrılarak pembe pembe yeltenirken

geleceğin flamingo zarafetine

içinde kristalleştiği okyanusun

ahdini dertlerini incileştiren

tebessüm doğduğu gün yüzünde 

mercan yuvası nar gibi kızarırken

yükselmek vardı kanatlı balıklar misali

tanrısıyla konuşmuş peygamber hafifliğinde

kırkından hemen az önce o ıslak mağarada

suyla dans ederken iman tahtasında

gezinen o görünmez güzeller

zevkle titreyen örümcek parmaklar

dönüştüğü çocuklar ve severek ışığa soyunduğu

kadınların adalarındaki yağmur ormanları

ayıklardı içinin kurtlarını yaz gecesi yaz

Resim: Paul Gauguin “Deniz Kenarında”

Yama Adam

yama işi bir adam

gülümseyişler, şiirler

eller, dudaklar, gölgeler

düşler, üşüyüşler

asılı kalmış ıslak

boynunun ipine sıktıkça

gül dikenleri hicranlar

hepsi parça parça

sevişirken devşirilen

söylenenlere sızlıyor

içi kızılcık şerbeti  

gözlerine bakıp

inanıyor ah salak!

sözlerin nar patlatan

keskinlikleri elinde

değil inanıyor Naci

saf bir aşkın kulu

her darbede derinden

paçavralaşan yüreği

aşık bir yaradan varsa

bir yaraya ılık

kanıyor

zihin duvarlarında

titreyen siluetler ve

bütünleştiremediği

vücutlara ayak sürdüren 

katranımsı ağırlık

varına yokuna yapışan anlar

fotoğraf parçaları

uzak ve silik beyhude sevmek

Resim:Jonas Burgert “Schimiege”

 

Cadılar Sabahı

sevişmeyecekler seninle sıvazlama

şansını kıran yeşil yılan ağacında

günaha giremeyeceksin gariplenme

dönemeyeceksin kara deliğine 

bulantı dehlizlerinde delice şiirlerinle 

buhranlarında bulamayacaksın

küçük ölümler Fransız dilinden

bir buket yıldız parlaması zihninde

cadıların yükseliyor ayinlerine

dışarı iterken seni sınırlara

batının çıplak kalmış adına 

sırtında taşıdığın o kaknem yaratık  

şimdi yüreğinden kasıklarına azat

inme gibi inen yıldırımla titrerken

seni işlevsiz ve eksik kılan inayet

ilerleyen aşk dediğin bu hastalık

kimseye ait değil tahammülsüzlüğün

cinayet kızgınlığında kestiğin gök 

o yumru biçimli bulutların yumuşaklığı

korkuyu terk etmenin ustalığında

yavaş yavaş can verir iblislere 

göksel duvarlar örüldü arasına uzuvların 

kurban edince yaradan uçurumlar açılacak

kılıfını bulamadan başka örtülere üşüyen

peygamberler gibi sarınmak isteyeceksin

tanrının kollarından öyle şüphelisin ki

yanmaz kumaşlarını ete döndüreceksin

sırf yeniden doğmak için kapsanmak için, sıkışmak

haydi kocaman boşluk, haydi artık mavi!

Resim: “Cadılar Sabahı” Luis Ricardo Falero (1878)

 

El Greco

o kadar nimetli insanlar

ve yüzsüz dilenciler tanıdı ki

bir gönül hırsızının peşinde

ellerini mahremlerde mest ettiğinde

iyinin ve kötünün farkı fuzuliydi

hissedilenden gayrı yokluktu

miras ne varsa gaipten farz 

dünya denilen sarmaşık farkındalık

bir tutam aşkla yosmalaşan fundalıktı

ahlak reddinde tanrılaşırken 

dikenli köklerinden gelen cebirle 

sevilmek için delice debelenen

ateşten solucandı ağaç diplerinde

yosun tutan aklının aksine

aciz dudaklar ısırıp koparıyordu

açık yaralarının yoncalarını

balçıkla sıvanan güneşinde

bukalemun iştahıyla  nabzın şerbetine

renk değiştirerek saklardı hıncı

kösnül kamuflajın en dilencisi Naci

gözleri ne kapalı ne açık uyurdu

bir çirkin ifadesizlikle büyürdü

günün geceye kırılıp büküldüğü yerde

çatlarken Prometheus insan sureti kilinde

bıraktığı ruj izleriyle imgelerden kinlenmiş 

artık olduğu tanrıdan bir lütuftu kaybolmak 

ölesiye sakin kumdan çiçeklerinde

Resim: El Greco “Laocoon” (1614)

Golgota’da

vücudunu işgal eden kadın

kılıklı yaraların 

kızıl mor ruj izleri

avuçlarında ayaklarında

kanarken sen onlara

şarap diye kendini verdin

son damlana kadar emilirken

hüznün istiridye kabuklarından

teninin bebek pembesi

yeni doğumların dert damlası

yılgın damarlarından yürürken

ince çizgilerin gözlerine yağmuru

elin yüzünde yoğrulur Naci

melankoli Golgota tepesinde

bir kafatasında dünya dönüyor

kanatları kemikten kelebek

bir iskelet çizmişti sana 

bir marangoz dükkanı  

hayatın çivilerin mızrakların

tüm bulduğun o kalpsiz

aşıkların ahşapları

gıcırdarken içinde çin çin

geceleri geçmedikçe

yoklukları gerdikçe

ceylan derisi döşeklerinde saklı

yılan bir ölümün düşü

merdiven dayadığın bulut

o bordo çarmıhın arzı

dişi vampirlerine

sunduğun lahzalarında arzu

lokum beyazı kasıkların

ve şah damarından

hani daha yakındı?

kutsal ruh içerken seni sarhoş

iliklerinin ılık merhameti

seviştiğin kadar sevilemedin

asla tanrının oğlu Naci 

sen de defalarca terk edildin!

Küfrü

çocuk ruhunun çabucak

damıtıldığı yaşların

kuru yüzlere can

edinmesi alev ciğerleriyle

kırıldı hayal cinleri

içlenen Naci’nin

içini dışına ikiz

pamuk şekeri döndüren o şerbetli

pembelikten ayrı kalması

kıldı cenaze namazını

oyuncakların ahşap tanrısı

sığdıramadığı bir tahta kuruluğuydu

sarmaşık hastalıklı kuklasıyla

aşkı silik bir yeşil ile

rüyalarında zindana çevreleyen

o zaman körlüğü sardı

bir kuklacının tüm hicranlarını

minik şeytanlar kalın dinleriyle

filizlenecek şehvet vehmi şehrinde

parmaklar, gözler, çilingirlik uzuvlar

dilin kemiği yok iliği kurumaz

zamanı kurulmadan Anya’nın kucağında

bir memeye meyilli süt sapkınlık

tüm uğursuzlukları mermer

kalesinin daimi hicret boşluğunda

uğulduyor ıslık çalınca gel

tüm o çocuksuluğunla ak

yırtılamayan ışığın ateşte

közlemiş küfrü Naci

Picture: Margo Selski

    

Dumar

umudu dumanı uğruna

resmin içi kesif kokusu

rengi kıvrılarak beliren

kırık niyetli dünyayı

sigara yerine  

bordo kadın eğmiş başını

kadife ciğerlerine

isli yetimler kollarında

sırtı melek Naci

asılıyor gözlerin bebeklerine

istisnasız her bir objenin

fırça darbeleri şehvet

dudaklarına vurduğu kamçılar

yetmedikçe yetime

siyah kanatları mısralar

cesetler ki, kuşlar da, kuşlar

acının yavan lekeleri bulanık

bakışlar alkışlar güzeli

yan yatmış beyaz köpek

uyurken kene kendine

göğsüne yangın çekiyor

pişmanlığının kil rengi

utançları taç başına

kil kil kil onu

rüzgarı, ılık kanı, bağrı ateş

mavi kanatlan kara

ciğerleri zift kaplumbağaları

kocaman nargileydi küçücük Naci

gelen emdi giden emdi

gene de bitmedi dumanı

Picture: Lars Elling 

 

 

Ölüm Melekleri

Naci çoktan öldü!

annesini gömerken

eşikten geçti ansızın

sevgililer günü şenliğiydi

yüzlerce insan sevişiyordu

hiçlikleriyle yüzsüz

kendine pay yaratacak kadar

sevememişti bir başkasını

kayıp giden bedenler

gölgelendirirken kalbini

yerine kalın bir duvar dikti

ona ağlayıp duruyor

taşın görünmezliğinde

din dar dünyasında

tek Kudüs Anya

sinsice yalnız ve isyankar

dizeler üzerinde sarmaşıklar

çiçek aç, çiçek aç Naci

ölüm melekleri hicranlar!

Picture: “Maddalena” by Nicola Samori

Mürdüm Sıkışıklığı

dudaklarıydı iliğine kadar

mürdüm sıkışıklığı

taze nektar eflatun

aşkını sömüren

gitse de o bastıran ten

yağmur vursa da göz göz

ayrılsa ufkundan kızıl tan

ruhunu candan açan

ah Hicran! bu kadar mı

değişir ismin her yüzde?

kaç kaçamak ve kaç küçük ölüm

haykırış heyelanı süreceksin

üzerime yangın etinle

ne yaş ne kuru kalacak

saflaşırken gözlerin boşluğa

kimi getirdin benden gayri içimize?

beden depremlerimizde en derine batan

yaratılışın kemikten ucu aklın

keskin bir ayrılık gök buluttan

gönül umuttan biçare

söz aşktan şikayetçi

çırpınan kertenkele durmuyor

kimseye kavuşamamak çengel ağzında

tutulma ay ve güneş çek kopar

iki karanlık yüzü sıla günahı

kırık çölün güzel diyeti

kimden miras bu zina ziyafeti?

ödenecek zulmün var elbet

başka bir varlığa

seve seve nefret iliştiren

o mürdüm sıkışıklığı

Mayalanma Vakti

kayığının kenarında

kocaman gözleriyle

topraktan

mayalanmayı bekleyen

bir kıvılcımsın Naci!

fecir bir varlık laneti

inince üzerine

köksaldığın o tüm korkuların

ferleri tutuşuyor

duy dehlizli damarlarında

yol alırken hiddeti

yangınlarının kıyısında

ezdiğin nilüferleri

ağzın çamur

ağlayarak kokla

kendine köpekleşmiş

kemiklerini çıkar

sevdiklerinin  

suretinde

ilahlar gömdük altına

kesildiğinde ayrı yaşamlar

sürecek kadar narin ve kaygan

kahverengi vıcık vıcık zarafet dolu

ilham kokulu bir can soluyan Naci!

ayaklar altında unutulmuş

dillere pelesenk olan bir ağıt

çürümenin şarkısını

o tahta göğüs kafesinde

ve metalik zihin kutunda

parçala da kuşların

havalansın sebepsizce

o sönük maviye

Resim: “The angel of Destiny”, Odilon Redon

Kusursuz Güzellik

haykırırken içimde tanrı diye

kimse yoktu

herkes tarafından sevilecek

herkes tarafından yıkılabilecek

bir varlık körlüğünün

başka kaynağı olamaz

aman Rab! Aman!

Anya’yı yakalamıştı çırılçıplak

beyaz ışıklı gülüşü ruh bulutu

ulaşılmaz pürüzsüz teni camdan

zamanın ötesine dönüyordu

gümüş renginde parıldadıkça

kendi çirkinliğinin

mutlak yansımasının

kusursuz güzelliğin işaretçisi

olduğu Naci’ydi hicran

her zihin ve aşk yenilgisinde

gözlerinin arsenik yeşiline

kene gibi yetersizlik yapışıyordu

sonsuzluk arzusunun hemen sırtında

hayal kırıklığı birikintilerinde

çamurdan bir adam

yaratması için Prometheus ile

kirlendi tıkanana kadar

ateşi yanarak götür

kendi ateş olan Cezayirli gibi

çokça tanrı diye haykırdı

çıkamayacağım bu bedenden

ölmeden

çıkmayacağım yükseklere

delirmeden

çağıran bir tek şeytan

“suçlu bir bilinç

anlaşılmak ister en çok”

neden yaratıldığını

içinde tanrıyla

ölümüne sevişirken

Resim: “Study after Odilon Redon’s Birth of Venus” by Stefania Georgescu (www.deviantart.com)

Kavanoz Hikayesi

Naci başka bir kahve evinde

gene kayıp

gene tek

başına

ne gelecek?

etraf kalabalık

herhangi biri olabilir

son veya başlangıç

Anya’ya kızacak hali yok

niye can verdin mi diyecek?

hakkı da yok

hakkı diye bağırıyor

kimse bakmıyor

haklılar deliye bakılmaz

mermer yüzeyde kendi yüzünü

görmeye çalışırken

yerde sürünüyor gözüyle

taşların desenlerinde

dünyaları ararken

başka bir yüzü olsa

ne fark ederdi

leke gene leke!

 

kız telefonundaki

tüm erkekler ile ilgili

rapor veriyor yeni sevgilisine

o adamlar olduğunu düşlüyor Naci

canı dayak çekiyor

temiz pürü pak edecek dayak

kızın her şeyi detayıyla

zamandan duygudan bağımsız

şeffaf bir kavanoz içerisinde

reçel yaparcasına sunuşu…

“Bir kavanoz koydum Beşiktaş’ta

ve yuvarlıktı, tepe üzerinde.

Pasaklı doğayı

sardırdı o tepeye.”

kalçaları genişledikçe hayalinde

sarıyor eliyle kavanozunu

ürememe sebebi

en az babası kadar eblek bakan

poşetin ardından koşan keltoş çocuk

“benim olmadıkça nasıl severim seni?”

kahve soğuyacak elbet

tadı dökülecek boşa

salak salak etrafı

seyrettikten sonra yatağına

dönecek hiçliğe akmaya

değişen bir şey yok

Resim: George Grosz “Cafe” (1919)

 

error: Content is protected !!