Kalbi

o kadar çok kalbi vardı ki

unuttuğu kıyıda köşede

hem ışıkta hem leşte

kırılacak yerlerinden

birleştirince

tek bir dev yüreğe

döne döne yükselir derken

çokluğun hiçlik etmesi

birlikte onca zamanın yetmeyip

ansızın ve derinden yitmesi

ellerinde eriyen kar taneleriyken

yürüdü Naci çaresizlikle elelele 

beton benizli şehir tarlalarında

tohum saçan güleç bir çiftçi edasıyla

kalabalıklar arasında

gülümsemesine ket vurmadan

hiçbirinin tutmayacağını bilse de

dağıttıı hüznünü gözleriyle

yağmur kusan topraktı o

yaratıcısının kalbini kırmak pahasına

o kadar çok yaşam sürebilirdi ki!

nadastan kurtarabilse kendini

taş toprak çamur dolu gözleri

demir siluetlerin çeliksi tenlerinde

geri tepti parlak bir içlenmeyle

tanrıyı son kez reddetmiş gibi

sigara ve içki ve duadan kısık sesiyle

zinhar zındık içine kumsaldı

yankılandı kaya kabalığında su

binaların zor tuttuğu cam çığlığı

zincirlerinin metal tınısında

tekil kalabalığına vurdu da vurdu

neden bir insanım ben?

Naciye gülüyor, dudaklarına vuruyordu

“sus be çocuk adam,

her kelime adam olacak değil ya!

hangi söz tutabilmiş hangi insanı?”

topladı demirden yürek tozlarını tenden

Lodosa salıverdi…

Resim: Geoffrey Johnson

İhanet Viskisi

koş dilinin üzerinde

masa sonsuz bir çöl

bir parmak çalınmış

ağaçlar, meyveler, ve düşlerden

bal rengi sıvı

kadehlerde ayrı bir tat

on üç kişi dizilmiş

yan-yana hayat!

elbet bir marangozu var

dünyanın kendi ağacından

yuvarlanan fıçılar

ateş suyuyla

vaftiz edecek billurundan

viski cesareti

rengi sarı aslanın ağzında

kendinden içe-rek-geçmek

ki unutmak ve unutmak

Allah vergisi…

damıtım efenim, damıtım

dünyaya gelişimiz ve içinden

çok az, çok çok az

dilimizde ancak

yavan kalacak

bir tatla kayıp gidişimiz

adımızı verirken yitenlere

kaya gibi Alfred efendi

kahve kaşıklarıyla değil

kadehlerle ölç ömrümüzü

şehrin ameliyat masasında

uyuşturulmuş bir akşamında

melekler çalıyormuş ya

viskimizi bir-ikim anlamadan

son bir öz-iç-çekim

ahhh ahhh!

ve isa dirildi

dostlar meclisinde

esas ihanet

sevememek

kendinden edecek kadar

melek hakkı o

ağzında dolandır ve tükür!

İkarus Naci

rüzgar tutmayan yelkeni

yükselemeden dolanan ipleriyle

açılamayan kanatları güneşe tutulmuş

bir kuklaydı ecelin elinde

mezarından önce sandaletlerine

taş toprak doldu

duramasaydı ucunda uçurumun 

yapışmasalar yakasına

cehennemine yuvarlanacaktı

minibüslerin zor çıktığı taşlı patikadan

babalar gibi Babadağ’ından

sevgilisi düşüşünü görecek

o atlattığı için

atlatamayacak

vicdana yük olacaktı

demir yutmuş kuşlar

korku kırıntıları serpecekti

1900 metrede yüzyıl gibi yüksekten

bırakıyorlardı kendilerini çifter çifter

ama ölüm gelince hep yekti

ki ikinci seferinde havalandı

ölü denize canlı

bakabildi ebabil gözünden

kaçan güneşe doğru

İkarus misali uçarken

aklında sorular, altında carettalar

süzüldü de süzüldü

bir ağırlık göğün bağrında

elbet düşecek, yerini bulacaktı

Brueghel’in ki kadar küçük

köşede bir ayrıntı fırça darbesi

dünyaya ancak ve ancak Naci

en az, herkes kadar, önemsiz

havada adeta bedensiz

yere ayak bastığında

göğe adım attığı ilk andaki korkusu

tersten eşdeğerini buldu

yerde yürümenin yürek burkan ağırlığı

başını göğe kaldırabildiği nispette

göğüs kafesini parçaladı

gönlü göğün tam ortasında

asılı kaldı

 

Resim: P. Bruegel “The Fall of Icarus”

 

 

Yalnız, Lüzumsuz ve Hikayesiz

yalnız, lüzumsuz ve hikayesiz

rüzgarın dağıtmak üzere olduğu

bir bulut duman içinde yüzerken

çıplaktan da çıplak

bir gün döneceği

biçime çare çerçeveleyen

belki yuvarlak belki dikensi

ve azıcık isimsiz bir yere

yakın ve tahrikkar düğümlenirken

üzerine çizilen çizgiler

ve yakınacak hakkı yalnız

kendinde lüzumsuz ve öyküsüz

büzüştüğü kuytuda

derinlik diye diye inleyen

dert deryasına devşirildiğini

düne kadar bilmeden döndü

durdu

döndü durdu

çocuk ölümüydü gözleri

ışığı yuttukça büyüyen

kadın ekseninde yalnız, lüzumsuz

masalsız yakınılmış bir mesafe

kime hizmet ettiği takipsiz

elleriyle altın varaklı defterlere

yükseklere öykündü öyküsüz

öksüz bir övülme

dirilmek

yeni bir isimle Naci-siz

öyle ve sıkı ve dar ki

ölümün dahi sızması haram

ıslaklığından kayıp zevklenen

başka bir insan suretinde

husumet taşırmadan

dürtüleyebileceği tüm varlığı

peşkeş çekmek için çekingen

şu yazıya bak, şu yazgıya bak!

yalnızsın ve hikayesiz

lüzumsuz ve kurgusuz

“ne içindeyim zamanın,

ne de büsbütün dışında;

yekpare, geniş bir anın

parçalanmaz akışında”

küllerini özleyeceğin

aklına gelir miydi hiçin?

yalnız, lüzumsuz ve hikayesiz…

Referans: Ahmet Hamdi Tanpınar “Ne İçindeyim Zamanın”

Resim: KwangHo Shin

Kuş Tüyü Karanlık

ellerine bakar

gözlerini kapar kuşlar

kaybeder sedef dalların yapraklarını

ince uzun ve biçimli

siyah deniz dolu kovada

sesten ve resimden izler

tırnakları gümüşten dualar

birikir ben düşünün

yankısı yapışır yakasına

zihin çoraklarında su lekesi

az önce vardım, az önce vardım,

hey sen dünyadaki Naci?

yok musun göremeyince kendini?

ya dokunamadığın, tadamadığın, duyamadığın

hicranların hücrelerin bedensiz titreyen

ışıktan minik tanrıların

kelime gölgelerinizi tenlerinizden yırtın

hangi yokluktan Anya

taşıyorsan buram buram

güzelliği

vücut dediğin icattan ayrı

getir o hasır altı sonsuzluğuna

nefes aldıkça

boşluğunda yıldızlı geceler

doğrulur bitişmiş ellerinin üzerinde

isimleri yüzlerce ışıldar

dar gelen kafesinde solarsın

güneş körlüğüdür tekliğin

sılası gelince

kaybolur yalnızlık bile

kuş tüyü karanlık

 

Resim: Jefferson Muncy “Visions”

Kızıl Etse Beyaz Göğsü

anlamadığı lisanlar çok

tam bir kör cahil Naci

çeviriyor da çeviriyor nafile,

her şeye dokunmak istiyor

dilini sürüyor, elini eksik etmiyor

ağaca bakar

insana bakar

duvara bakar

ağzını şapırdatır

oynatır da oynatır

kulaklarını

kedi tüyleri misali kabartır

şapkasını çıkarır

zihnini kesilmiş karpuz gibi açar

gene de anlamaz

söylenenlerin

yaşadıklarının manasını

çıkaramaz

midesi de başı da bulantı

geceden kalma dumanlı

sarılmaya kalkar

anılara eline gelen

uzuvlarını içine iter

anlamak için sırf

boşlukları boşaltacak

öyküleri, özleri, fıtratları

geçirmek için damarlarına

bir öz varsa yokluğuna denk

içindeki denize

ağaç dallarından kafesinin hemen altındaki yere

bir köpekbalığı almıştır

kopardıkları ile

vücudunu vücuda gömmüş

bir ufuk toprak yarası açık duran ağzına

anlamıyorum, anlamıyorum.

“Tüm hayatımız bir çeviri…

Tüm vücudu bir acıdan bulut”

bağırışlarına kimse gelmemiş

öle-memiştir tekliğiyle

oysa gerçekten bir hayvan olabilse

rrrrrrr rrrrrr

ısırabilse durmadan

çene diş kırarak

kızıl etse beyaz göğsü

“neden gösteriyorsun her gün

bana kanlı yüreğini?

Hangi suç göğsündeki,

hangi çıkmaz kan öpücüğü,

hangi avcı atışı?”

varlığa lisan edecek

bir insan olsa

o zaman sürdürebilirdi

çeviriyi hayvanlar gibi

 

Resim: Takato Yamamoto

Şiir Referansları: Adrienne Rich “Our Whole Life”, Pablo Neruda “Kırmızı Göğüslü Çayırkuşu” 

 

Cambaz Keyifli

ve batan güneşi

yüreğinin üzerine

mor bulutların arasına

sıkıştırırken gün

arıyor

ruhu yiten dilekleri

içinde inşa ettiği

ipten telden 

cihanda

başka ne var ki?

anılardan

ete bürünebilecek kıvamda

cambaz keyifli

sızsa biraz 

kırılgan ip üzeri

upuzun çizgisine ufkun

içinin kızıl dalgalarını

tenine dövme etse

Maldoror ve şarkıları

bir demirden zırh sertliğinde

diliyle dilini dövse

öldürürcesine sevişirken

kara delik gözleriyle

parçalayarak şefkati

dağıtsa dökülen cam güzellerini

ayırt etmeden iyiyi kötüyü

karıştırarak seyreltse

kesip attıklarını dillendirecek

bir isim bulsa cılız

her günaha mubah kılınacak

acıtmayacak bir özgürlük

yok da yok…

Art: Red Sunlight Forever by Axel-Astro-Art (Deviantart.com)

 

Görünmez Adam

yeltenmiyordu kimse kimseye

yetmedikleri gibi

telefonlarından ayırıp gözlerini

bakmak karşındakine

yırtmaktı kişiliğini 

o vakit su alırdı belki

zor bela yüzdürülen benlikler

vapurun orta yerindeki devasa delik

asla tıkanmayacak sessizlik

sudan hafif bir Naci doğurdu

şiirden dalgalı bir teklik tadında 

hafif toplu bir yalnızlık 

vapur çayı kadar ufak, yuvarlak, gevrek yüzlü

simitten bir bebekti martılara atılan

görünmez bir çocuk mas-maviyetinde

suya yatırıldı haykırışları kara

denizin dibine gözlerce beraber battılar

çapalarla ağır ve kıymık kıymık

kimin bakışları eleverirdi gerçeğini?

kimsenin umru değildi sükut suikastı

mağrur mağdur bir tanpınar değil

biraz eğildi almak için

suya bastırılmış hiçliğini

durma kendin gibi dalgalı dağınık

kıyıda bir isimsiz gölge gibi

 

Resim: “Alone with the Waves” by utopic-man (Deviantart)

 

Üzüm Gözlü

masada makyaj tazeleyen üzüm

en fazla on altı ya da on üstü

göz yaşında yaş masa

ardındaki kadının yılları

göz altı morlukları allıkları verdikleri

insanı şiire, zamanı tam ortasından

şaraba çeviren tadında ekşi bir vişne çürüğü

pudralı güzellikleri pohpohlayan 

kuş misali tüy dökerken

kadın teni kokusu kolonyasının

mucidi olduğunu düşler Nacizate Ekrem Efendi

hatıraları koklar zamansızlarken onlar, zaman sızlar

burnunun ucunda tüten ikili delilik, genç ve yaşlı 

kokusuydu iştahlandığı ten cumhuriyeti yumuşacık

kadına dönüştü

topuklu ayakkabsı kan kırmızı aşk 

öptü düşünden dudakları ihtilafsız 

düşerken elini tuttuğu işveli bir varlık

kendine Havva attığı o kaburga uzantısı

elma ağacına dişi notlar kazıdığı

aşk acısına dönüşecek cılız ve ürkek

şeytan bir gönül ne yalan çok kadın yalın

sarıldı aşk çığlıklarına

ikinci ölüm doğdu kadın naci

üzüm gözlü

kocaman aman tanrım kocaman!

Resim / Picture: “Two Women” by Egon Schiele

 

Wabi-Sabi-Naci

zihni zift kuyusu

bataklığa denk açılan

vicdan kırmızısı gece

ışıl ışıl cehennem

eksiklikler silsilesi içine

dereler boyu düşünce

ömür penceresi yüzü ellerinde

sayıklar bir bir

“bende bir şeyler yanlış,

bir şeyler oturmuyor hiç”

kaşınıyor içinde kan-revan

ayaklanıyor da ayaklanıyor

dil yordamıyla yeltendikçe

“yanlış bende bir şeyler”

demir ağırlığı yüreğinde

yuttuğu kelimeler öfkesine

dönüşüyor jilet yiyen kıza

tükürdüğü kan sineye çekişleri

dudak büküşlerden, kaçan gözlerden

yüzüne vuran sessizlikten

yitme-yetme korkuları

dirilişe geçen dişlerinde

eğretiliğinin

ışığı kırışındaki zarafeti

bir kızıl gülümseme

bir kusurlu güzellik  

derin bir yarıktan beliren

yıllanmış bir yanlışlık

Wabi-Sabi-Naci

Resim: “Self Portrait in Hell” E. Munch 

Anya Lakanı

Anya!

ana ve tanrı karışımı varlık!

aynaya bakınca beliren

anlık hezeyan

yüzü yaratıp tüküren

sarışınsı sarmaşık

ya hep ölüdür sevişirken

bir çeşit kızıl gölgelik gibi

ya da gizli-saklı

ani bir karanlık patlaması

kalbi daraltan yük,

varlık cinsi uyuşmaz

Naci’nin dünya yürüyüşüyle

dönülemeyenin cisimsizlik ismidir

boş zihin ibadethanelerinden başka

bir yerde beliremeyen

sanatın kanlı kanvası

yetersizlik öfkesinin ikizi

ayna sahnesi ile lak lak lakanca kesilir

baba denen kurallar zinciri

demir sözleri kafasını tırnaklar

ensesini tokada açar

bıraktığı şekilde yakacak yıkacak

yukarıdan aşağıya doğru inecek

gözleyen bir devlettir

kurt gibi boğaza saldırır

bebekten aşiyandan

ya ölsün ya da yüzsün diye

sarmaşıkların sarılabildiği bir meşe

dalları kekeme salınan

toprak anya’nın

derinliklerine uzanan

ters yüz edilmiş bir adamsızlık hali

tüm dölü içinde biriktiren

bir umutsuzluk denizi

doğurdun anya

yağmalandı hayatla

hatırla her satırla

 

Resim: “Venüs’ün Doğuşu”, Odilon Redon

 

Cadı Canavarı

cadılarını kendi yaratırdı

sevmek isterken dişleriyle 

yaraladığı kadınların

yanlışlıkla seviştiği

püsküllü hüzünleriyle

otuz bir ekime kadar

olmadı önümüzdeki kışa

kader çekerdi kalem

yüreğinde nadasa bırakırken

ısınmak isteyince kan arayan

bir vampir misali korkunçlaşmaktı açlaşmak

içindeki canavarın dileği

büyümekti sonsuza doğru

bal kabağından inlerinde

doyumsuz bir yaban domuzu

kılığında tek boynuzlu sert ve kuvvetli bir

adam olmakken naci-zane engizisyondan kaçıp

aklının şeker dağıtan çocuklarının

yanmaz cadı tadını heyecanını içine bastırır

yabancı bir kültürün çılgın makyajında

sahte gülüşler ve kanlar ile maske takma bayramı

her gece ay eziyetinde kendi olmaltı Naci

kurt adam ısırıklarında gizlerdi

güçlü mü güçlü olma hayalini

korkularının gölgesinde

dile dökmek için aldattığı

tüm kişilerin kirli bir yüzüydü

vicdanının duvarları cadıların ateşle canlanan gözleriyle

oydular da oydular

her hüzne bir kovuk, her kovuğa bir mum

koydular da koydular

yakmak için günahlarını

 

Resim: “Black Cat At Halloween” by Deskridge (Deviant Art)

 

error: Content is protected !!