Nefs

Naci dönüp dolaşıp geldiği yerde

hiç özlemediği bir şey kaldı mı diye

düşünürken geçen zamana hayıflanacak

vakti dahi dökerken tabağından

aç kalan nefsine

aynı cansız resimleri gösterince

yaratıcıyı dostu bilen

umutlu bir kökten dinci gibi

dibini göremediği karanlıklar

daha güzel diye yemin eder

sırf bulunduğu anın kabuğunu kırıp

meyvesini yiyemediğinden

zihnindeki cennetten sürekli kovulurken

işleyemediği günahların yükünün altında

boğazına kadar batar

nefes aldığına ve alana küfretmek

ya da sessizce şükretmek

kapısına dilini sıkıştırdığında

elbet bir başka yaşamı yokluğa taşır

bulur hiçliği dokunduğu her şeyde

o tam bir adem ham-malıdır

sarmalıdır, sarmalıdır

kendine ait olamayan ne varsa

kafesinde boğmalı nefessiz

kalana kadar nefsi yakar

yegane kendini

olamadıktan sonra

hristiyan ya da dorian gri

hayatın rengi

 

Resim: Chris Koehler – Banishment from the garden

Amber

o kadar çok içinden,

o kadar çocuk;

geçerken, sadece, derken

sen, hiç olmazsa

tam ucundan içeri

belki sonra alsan beni?

fuck-at,

dört nala dünyaya

yalnızcık mı, yalnızlık mı?

çoğunlukla çocuk Naci

sen ve bensizlik?

ve çelimsiz isteklerin

böyle derinden içeri

çekinir misin hiç sıkı sıkı 

parmaklarımı geçirince

bir kız, bir kere kız

sadece bir kez, kız; ha?

olur mu? Olur…

sıkıştır alevine hicran

azıcık azalsak?

suyumuzdan beraber denizin

amber kıvamına

çıksak ininden; ha!

açık kalsa aşk yaran,

iltihaplanmadan yarına

bekle dönüşü, çünkü

yazdı,

çünkü, eliyle silecek, ve sonra

bir kez daha isteyecek “many”

gönlüden akarken

akıl deli kızıl

kalacak belli, koku kalacak

yanık belinde eli

duyu kalacak, duygu

yokluk korkusu uyku

avuçlarım yüzünden

o kadar dinden iste ki!

aman tanrım

zaman hepsine çöküyor

çık, çık, içimden

ter temiz amber…

 

Resim: WanJin Gim

Kutsalını Saldım Pazara

keşfetmenin keşfi günahı

genşilemek vajinayla Halaluya! 

keşmekeş keyfininin kutsalını saldım pazara

ederi bir peder, belki bir dua çek üstüme

dök sütünü ağzıma sıcak

yaratıcı muradı musallat bana

heyecan verici ama eridi ama eridi zamanla

tezgahlar arasında doğunca izbe ruh 

renk renk kokuları, desen desen sesleri

al sat al sat zevk ben ve öteler hep

sandık hayatı, sandık bedeni oyuklu ve kapaklı

ödemeden bedelini aç bağrındaki kafesi

neyin olur ki Hicran? hiç kimsem, hiç kimsem eğer

tanrı da indirse internetten tap taze

fileni doldurabileceğine

inanmak delik, yanlı bir delilik çetrefilli

Anya bir kere delmiş fil kadar 

yaratılış akıyor bir kara deliğe vıcık vıcık

şeker kız kendi, elma şekeri çürüyecek

aklın hala şeftalilerde kabzı-mal Naci

kabzandan yürüttüğün sahte cenneti

döndür cennete günler dökülünce eline

daha nefse meyletmede seni ak şelale

lale diyor sana barmen sevdiğin

lale getir pazara develer tellal, pireler berber iken

saflar sık dursunlar masala, delin bulut

Naci annesinin boş beşiğini

tıngır mıngır sallar mı bilmeden?

yapraklarını yolmuş gülünün

 

göğsünde aşk sandığın

o ağrı var ya

o da kabus fuzuli

Hicran

tüm sevgililerini isimlendirdiği

sesli ve şekilli kutuydu hicran

yüzü, adı, tadı ne olursa olsun

içi ne kadar aşkla dolarsa dolsun

uzuvlarını ne kadar itelese de

derinine

yeterince yeşerip yetişemediği

dudaklarını

dudaklarına sıkıştırıp

dile getiremediği

ilk aşk

hicran duyuyor

hicran duyuyor diye

başlayan koşmaya

Naci kalbiydi kendi aksi

yönünde yalnız yalpalayarak

anaya-babaya ve maddeye karşı

gelişi bir sonbahar gününde

anlaşılıyor olmanın duyulmaktan

dayanılmaz zarifliğinde tüy gibi hafif

hicranın başını koyduğu yastık 

Naci’ydi gece kafasından ayrılıp

koynuna girmenin deli fikri bedeni

ıtırlı bahçede kaşınma-karışma hali

doğuma doğru sızma-sürme yılanı

“derimin altına aldım seni”

günah mantrasıydı anlaşılmaktan öte

tekrar edilen ses-siz

duyulan hicran

ama neye?

 

Havyar Naci

yar dedi havyar naci

balinanın karnından

yar çıkar beni

etten ve kandan

annesinin yasını

ararken attı ilk adımlarını

ayakları henüz belirirken karadan

zihninde

kelimelerle yürüdü

başına bela olacak hayal gücünün

yüzgeçleri çırpınıp yetmedikçe

daha çok, daha da çok

isteyecekti

ab-ı hayatı her başka yüzde

başka hayatların tahayyülü

içinde

yüzdüğünü fark ettiği sonlu bir denizin

ıstırabı ıslak gelgitleri

nehrin tersine yüz-geç eden somonun

kendindeki ihtişamlı yanlışı

çağırıyordu

tutamadığı balıkları isimleri unutmaya

şehvetli nefes alışverişleri

öpücük zannederek

yaşamak için

parçalayacaktı yumurtasını

bir kez daha sıla hasreti

aşık olabilmek

sırılsıklam

Disko Bebek

insanların arasında kaldığına

hem üzülür hem sevinirdi

o sıkışıklıkta başını gösterip

aşk girdabından terli

diskoda döne döne doğduğu için 

kimse fark etmemişti fosforunu

kutsal ve dingin bir karanlıktan

kullanılmış lastik misali plastik bir sevinçle

Anya’nın mini eteklerinden

süzülürken dans pistine 

bir tek o gece tanrı dj michaelangelo

bir  şarkıdan elverirken diğerine 

parmaklarının yuvarlak hassasiyetinde

duymuştu içinden atılan sanatı

sistin sistin basarak yaktığı duman

bebeğe enfes bir disko-ağıt oldu

ağdalı bir ilk nefes, ilk çığlık

bacaklar altında pürüzsüz

yüzünü sürerken ağlamak kadına

dekolteye kul, ojeye et tırnak olmak

hayatı hep parıltılı ve ıslak 

sanacak bir yanılgının izdüşümüne

büyülenerek hapsoldu barın önünde

minicik elleriyle lazerleri tutmaya yelteniyordu

ne kadar renkli ve o kadar da karanlık bir dünya

“hey bebek! ey bebek! içki ister misin?”

cüzdanını bulamayacak kadar sarhoş

ya da çıplak buza yatırdılar

büyümesin de küçülsün diye 

damsız girdiğinden yitik anasına

asla çıkamayacaktı

ne kadar kırsa da cam çerçeve

disko topu bileceği

o tiynetsiz dünyanın çilesinden

 

Kumsal Dram

ve hiçbir çakıl taşı

çekmeyecek kanı

suyun silemeyeceği

günahlar olmayacak

bu kadar kızgınken

tanrı

güneşe bakacak ısrarla

kızı gibi saklayacak şerrinde

insanların toplandığı mahşeri

iliğine, zihnine

işleyen bir tutulma-

ışığın öfkesi

aydınlatacak gerçeği

kabullenemeyeceğimiz kadar

Anya diye haykırırken Naci

bir bakacak yitmiş

kaşındıran bir doğrulukla

neden çirkinleşiyoruz böyle?

öbek öbek, kum arasında

çer çöp vakitlere

dönüşürken et

veya etme

Naci’yi deniz çağırıyor

insan olmayan

 

P.S. Editor: Sılasın 

Kemikten Mezar Taşında

havlamaya, koşmaya başladı köpek 

ne zaman hızlansa dört ayak yalın 

ya bir duvar ya bir insan ya da bir çukur

vurdu yüzüne yaftalamak için edilgenliğini

döktü sakladığı kemikleri, kuşları

aynasında asılı kalınca anladı

köpek olmadığını yeryüzü

tasmasına rağmen rakkaslı döndü kuyruğunda

kumara böyle başladı başkaldırısına kılıf 

kemik zarları fırlatıp durdu 

bir kez ama sadece bir kez

yan yana gelse rakamlar

ramaklar içiçe altı dokuz 

ikramiye kafasında it dalaşları

sevdiğiyle

bir zenginlik köpekleme eşeleşmek

neye aç olduğunu bulmak için

açık yarasından ısırmak hasmını

layıkıyla anbean leşleşen dünya 

önündeki kan gölü

dişlerinin dişilerinin üzerindeki zaferi

sorgulatırdı fıtratın beyaz zikrini

kemikten mezar taşında bile

yazardı diğer itlerin nefretine hileyle 

mümkün mü yaşamak dörtnala

how how how how how how how how!

Resim/Picture: “System Failure” by Saranna (www.deviantart.com)

Ağaçtaki Kedi Naci

kedi canından mıdır bilinmez

hep avlamak istemişti

bir kuş

bilse

açlığı kanatlara

zaafı uçuşa

dinmezdi rüzgârı

bir dal uğruna

zıpladı

anlık bir ayaklanma

beyhude dünyadan

takılı kaldı adak misali

ağaçta Naci

yetişmez

kolları güneşe

yaprak yaprak yanar

göğe karışır

kafesinde kuşlar birikirken

toprağa yüzüstü

indirildi durum vahiy

taşlar ve sopalarla

kendiliğinden havalanamayan ne varsa

kem gözdü

o dem fark etti

boynundaki tasmayı

dolandığı asmayı

olamayacağı şarabı

bakışlarda

kuş değişir

kuş kaçar

kışlardan

Naciye

sen yaz

düşüşü hatırla!

Emin Olamadı Hiç

emin olamadı hiç

acı duymadan

vücudunun ne kadarının

kendine ait olduğundan

parça parçaydı ya

neyi ne için istediği

neden yaşayıp öldüğünü

sorarken

o kadının yüzünden

süzülürken

tam da hafiflemiş

neredeyse beden-siz

Naci saf-dil

su üzerinde yazı

üfleseler içine bulut olacak

melekleri sırtında taşıyacak

hem kendi hem de değilken

düşmek ve düşlemek

tekrar ve tekrar

kıracak iradesini

ve kaburgalarını

ağaç dallarıyla

değiştirdiler

ayakları yere basarken

gözleri gök-yüzünde

yüreği kanatlılara emin

olsun diye

Dilli Süpürge

elini dilini süpürge

içini faraş

sandığından

çıkmak için çıngıraklı

cümlelerden öteye canhıraş

annesi altın günündeyken

üstüne çöreklenen pudra şekerli

onca dantelli düşten dertli

insanların tozlu olduğu

günbegün eskidikleri

gözlerinin altlarından

kalplerinin üstüne

kırışıklıklar yol alırken 

durdurmak içini amansız zamanı

karşı komşunun kızının

tozunu almaya kalkınca

köşelerinde kovuklarından yırtılan 

ışık gibi, aşk gibi

parlatacakken süzülen ışıkla kafesinden 

Nirvanasını paylaşacakken

ilk dayağını yedi

ağzındaki kan tadı belirleyecekti

bundan sonraki tüm aşklarını

Resim: ©2007-2018 id-io-syn-crat-ic

Nirvana

bir gün yanlışlıkla canavarları

üzerine oturduğunda aydınlandı

yüreğine çöken karanlığın ağırlığında

nefes darlığı, göğüste ağrı şikayetleriyle

bulduğunda kendisini ameliyat ışıklarının altında

yarı baygın ömrünün farketmediği

çatlak ruhundan ve kaburgalarından ışık sızarken

tanrım güneş yerine, neşter ve ateş delirecek

yaşayacak diye fısıldaşanların taraklı dillerinden

eski alışkanlık bahçeye kaçtı çıplak ve yaşlı 

Nirvanasına devlet hastanesi avlusunda adım attı

onu görmeden onlarca göz etlerine basıp geçerken

içinden parlayan o fosforlu kudreti seçemezken

insafına kaldığı dünyalıların arasında kanserdi

“geçmiş olsun”

“size de geçmiş olsun”

“ne kanseri?”

“yokluk kanseri, içimde büyüdü yer kalmadı bana hiç”

“sigaradan mı?”

“Evet evet bağrımda söndürdüklerimden”

istemsiz yerdeki izmaritleri topluyordu konuşurken

bir başka yazarın aşk romanı gibi deliriyordu 

ya çöpçü olacaktı, ya da büyük bir yazar

sözcük çöpçüsü oldu kendine mühürlü

error: Content is protected !!