Düşkün Kelebek Dansı

kelebeğin aklıma yuva yapmasından yılları

dans ederek çalmayı

 müziği

gönlümde iki dişil devinime

ta ki düşene kadar

tutmayı

yarıktan kuru çıkmayı

ayağa tekrar kalkabilmenin erdemini

bacağımdaki kasın beni itişini

Mevlevi gibi döndüm

korku ve aşkla bir

bakışlarımın üstüne düşenden

çok görmesiyle

eriyen irademi hep kağıtlara bastırdım

bedenim

düşünmek düşlemekten ağır gelirdi çünkü

tekerleme gibi tekrar eden hayat

danstan ziyade yürümeye

şiirden ziyade nesre benzediği

içindi

kızıl ince bir çizgi çekmek istedim hep

 insanları affetmeyi

ve öldürmeden avlamayı nida ettiğimde

yüzüm şeytanın omuzlarına dönse de

takip edilirken kaybolmayı

severken sanata  dolanmayı

koza olmadan ölmemeyi

uyandırıyorum aklım iki kanat havada

vücut yerine söz yerine

tamah etmeyi

Silver

porcelain, the moment eyes touch

are we not flayed for the sparkle

underneath the flesh drying, thickening to be is

polished by passion

to be out of proportion for a metallic hue

to everlast the way

you are my object and I’m shiny yours

the mineral-soaked, non-smelling sworn seeping

out of inorganic moss of a silver tree

tongue with bells of bronze

dappled with pebbles and hopes love

bullets ringing nipples choking

grabs breath paths mouthing

for milk in ceramic

bowls of jaws and pallets, cuffed and clanking

are we not, pots and glass

of hearts and diamonds and brass

a chandelier of two bodies

as we decay one cog at a time

until rust takes over skin

heart over matter, forever petrified, forever dazzling

 

 

 

Üç Yüzlü

üç yüzümün bir yanı yanık, doğumdan ölümden

bir gözüm uyanıkken biri uyku, ikinci dua günahtan sonra

biri önce yokluğun mavi topu, üç yüz ile çarp

yıldırımla çarp, gerçekle çarp, et ete zevkle çarp

elimde, elin, elem, elimde değil

üzümü şaraba çeviren şarkı, beni söyledikçe kırışan alnım, kalkan kaşa

dışarı bakan gözüm açık yara, bir ya da üç yüzden katlandıkça

dudaklar, sözün sonu öpücük

konuştukça susan

bir yüz hep yalancı, güldükçe sırtında irkilen tüyler

gülen yüzün ak boyası, baktığım ve görmediğim

sen yüz sen ve sen kürem, yüzsüzlükte boğulana kadar

bembeyaz deniz, bembeyaz bahar, kalbimde yüz bomba

turuncu yumurtam, her gün beni yeniden doğuran unutkanlığım

yaşamı yaşımı beni saran karam, yargılanma cübbelerim

rüyalarımın hayata yalan yeşil geçirgenliği

üç yüzümün üç yanı, aynamın disko topu parlaklığı

dön de dönelim, elbet kırana kadar aklı

Görsel: Midjourney (Cihan Yurdaün)

Üzerindeki ve İçindeki Cam

sıkıştığın camın saydamlığından

sana bin dünya yansımış

yüzüne sürünen pullar beni

gören ruh dediğin elektriğin tanrıya

canlıların cama

yansıyan canını

her sözcükte pürüzsüz doğurması

görüldükçe kanatlanan

çocuklarımız olacak mı?

uyacak mıyız uyluk kemiklerimize

yürürken bizi çekiştiren şeytanlara

Allah deyip altına yattığımız melekler peki

sözcükleri yiyecek miyiz ıslak?

fanustaki balıklar ağzımızın sazı

sarı da şarkılar sevecek miyiz?

sevi işlerken nakış parmaklar

bir kadına sıkıştıran beni babam

beni içinde avlayan anam

yarattıkça bana dolanan o camın ardı

karanlık mı karanlık adem

kutsa ve kırılmadan bizi rafında sakla

kur kimsen

gönlün kimlere razı gelirse

tutulacağız hep ellere

hep gören ellere

Beyaz Diken

sen de bir çocuktun ve dağda öldün

kuşları ben uçurdum derdimi tüylere

soyundum sonun ucu yokmuş gibi

ölmek emek istercesine çalıştık

babamın alnı kırış bağrın iki karış

yat kalk secdeye cenaze bekle

açık yara ve koca boşluk ormanda

bir ördeğe değdim mermi ucu sandı

beni  ve ara ara fakirlerin sofraları

beni de yiyor kerpiç evlerden piçlere

utanmıyorlar çözmüyorlar beni

ağaçlara asılan kız oldum üşümek

başlık param çadırlarda katledilmek

beni avuçlarınızda kar edin sizden

ezildikçe dikleşen beyaz diken ben

özü kara yatan iki başlı kartal

terk edilmek öldürmek ve ölmek

azap yalnız tanrının kör gözü

görsel: Aleksandra Waliszewska

Kintsugi

bir kadın bir kader bir adam bir nesne bir neyse bir adım bir kadim altın kalbin

ne çizersen çiz, ne oturursa kucağında takılırsa kursağına kafana

odanın tutabileceği

gönlünden dışa doğru dişe dokunur

o dediğine sunuyorsun o dediğine hep, ya yüz yüz, elbise elbise

affedilmek sevilmek evrilmek dellenmek eller üzerinde taşınmak

aşınmak aşkla kaşıkla vurulmak oradan oraya

bir rahibe başını eğmişsen

utanmak çırılçıplak sen ve çevren ve kara peçen, nesnen neysen o

yırttığın kırdığın açıklar bıraktığın aralıklar delikler deliler

ve iç çeker çekirgeler inler gibi içe çekene

dadandık geri gelmiyor altın alacak paran da yok ki Kintsugi

ancak dönemediğinle dilinde zevkle kalan sarı sarı, neyi düzeltebilirsin ki?

yeniden mi aşk yeniden mi dilek yeniden mi ölüm yeniden mi yenilmek yeniye?

Oysterious

love has so many tongues running

in myriad shells

on sky-like surfaces, hills, and crevices

cupping with lascivious intent whenever a body is caught

on top of the top, inside and insight

 a crown is brought

oysteriously iridescent and slick

keep it because

doesn’t last, can’t lick life forever

the tongue has a limit, and the buds go numb

the mind has none

God has a nun; imagine only one swell

the body as a whole, the entirety, can’t always enthrall

cells give up, wrinkle, and shrink

eat time and can’t handle a drink

intoxicated, belittled receptacles

run naked in rooms of flesh only an inch square

a pearl

eternal to suck on is rare

Insipid Life

the central plan, the plane of existence

walking, talking, driving

the “I” hosted a cat, a friend’s father’s funeral

the Friday and how academia turns into a black hole

while you roll into a mere machine part manifest of the paycheck

while the transcendentalist naively, childlike, ran after the

blue ball bouncing endlessly towards the streets

the street car named desire

to say the stars are not eternal, nothing is eternal

except for the moment you forget in gleaming eyes

like perfect mackerel essence, you do not exist except

you do not talk about, you do not daddy talk about

fight club called life

for the moment you become one with your cigar, sun, unfulfilled

desired photographs feigning peoples

faking unlikes, un-passions, and pullbacks

nature already stillborn, inside is there insipid hope?  

Image: Julia Soboleva

Nar Ekşisi ve Düşman

gel seni akşama everelim

karanlığını soy üstünden karı silkelenen tilki gibi

turuncu bir arzun kalsın, damla, leke

gündüzün hıncı çıksın, bir yabancı getir, bir düşman

aklı gölge ayakları geçmiş, yorgun nefreti

naftalin, güveler güveler ağzında

döne döne ışık, aşktan türemiş

kalbimiz ikiye yarılsın, elma gibi, nar gibi değil

nar yaramaz bize bıçağın kırmızısını bilemeyiz düşmansız

dağılınca sev gibimiz, beyaz suyumuz, gözlerin akına

ya bizden ya onlardan, ya alt dudağından

ya da daha alt dudağın

kopar getir, düşmanın sana zevk verecek ki

yaşamamanın bir manası iki ölümü olsun nar ekşisi

yıldızları içinde yakıyormuşsun kim silker

sen benim düşmanım ol yeter

Rigor Mortis

korkunun birçok adımı niyetlendirdiğini biliyoruz

açlığın soluğun kenarına yapıştığını

arzunun kasıkları maşa gibi kullandığı hayaline

tepe taklak olan düşünü ve giderek sertleşen

kaslarını ve ümitlerini ve imkanlarını

canavarla mecazi ve cinsiyetsiz sevişerek kırdığını

“rigor mortis” duyguların kırmızılı pübik döşeğinde biliyoruz

zevkle boğmak için İstanbul’un kadınlarını yanıp söndürdüğünü

tüm insanları mahalleme aşksızlık salgınıyla saldığını

isminle anılınca yokuşu çıkarken sırtımda gözlerin eridiğini

her adımla kendimi yedirdiğimi, terlediğin hayatın  

özün olduğu kara kısmının pembe yarığını sevdiğimi

adetini değiştiren ölümün gözlerinin yukarı baktığını

mavi kıçında dönen dolapların rahminde biliyoruz

Ajna

I would’ve believed you

if you only had poppies on your forehead

like Ajna

but not the red eyes

if you just had green sprouts

instead of the word-mouth

the lying mechanics

but not the red eyes

the gaze-stuck

deceives your penance

the black organic smear blurs the vision

guilt like

on your shoulders

but the eyes

the dark blossoms of the soul

belie you

 addicted, sickly yellow

a green line, just a counter you are

there’s no consciousness

under the sun that is

in the corner of your mind

feeding the poppies

the sweet slumber, soothing

if not for the red eyes

I would’ve believed

Balık

kucağında bir hazine buldun

can dedin, deniz dedin, aşk dedin

oysa kalbin var diye parıldıyor her şey

 ölüm bile

senden turuncu

ölüm bile yanıyor

bundan cesaret alacak sonbahar

birinin yüzü hep sana kanca çocuk

neden hep yitenleri tuttun?

yırtılan ağzında söyleyemediğin renkler

doğduğuna mı doğurduğuna inanacaksın?

sen tanrının o senin kızın

fazlası İsa

ellerin mi gönlün mü yanıyor balık bilmez

sevebildiğin her şey

parıldıyor

ciğerinde nefes ölüm, nefse ışık karışıyor

Görsel: “Kırmızı” Hei Shan

 

error: Content is protected !!